Anne ya, ablam saçımı çekti.
- Çekerim, mızıkçısın çünkü.
Ah, şu çocuklar! Uyarı almadan, kendi kendilerine susmayacaklardı
anlaşılan. Şimdi aceleyle, babasına fırsat bırakmadan bu gürültüyü
bastırabilmenin bir yolunu bulmalıydı . Ben size kaç kere söyledim gibi
beylik bir cümleyle başlamak istedi ilk önce. Sonra düşündü de; son
zamanlarda sık sık kullandığı bu beylik cümleler dahi çocuklarının
üzerinde kaybetmeye başladığı hakimiyetinin hızını düşüremiyordu. Yok
yok şu, hakimiyetini kaybettiği düşüncesinde yanılıyor olmalıydı. Belki
de işin doğrusu; başından beri çocuklarının üzerinde bir hakimiyetinin
olmayışıydı. Ve bu gerçeği, bilerek görmezden gelmişti bugüne kadar.
Oysa çocuklar daha küçüktüler ve söz dinlemeleri gereken bir
yaştaydılar. Baş edilemeyecek gibi değildiler henüz ama... Ama o
başedemiyordu işte. Kendisi, onların yaşındayken nasıl da korkardı anne
ve babasından. Babasının yanında sallanamadığı gibi annesinin de bir
ters bakışı adeta olduğu yere mıhlardı onu. Kızların, az önce yaptığı
ağız dalaşı bile hayal edilemeyecek bir yaramazlıktı onun için. Belli
belirsiz gülümseyerek, ne kadar da korkakmışım diye geçirdi içinden.
Aslında çocukluğundaki bu durum tam anlamıyla korkaklık mıydı, emin
değildi bundan şimdi. Çocukken, ne zaman bir yaramazlık yapsa; babasının
o, hemen dışa vuran öfkesi karşısında ister istemez sinmek zorunda
kalmıştı hep. Doğru odana ! komutuna uyup, babasının işaret parmağıyla
gösterdiği kapıdan çıkarken; itiraz bile edememenin acısı gelip
boğazında düğümlenir, babasının karşısında ağlamamak için olanca
kuvvetiyle tırnaklarını avuçlarına bastırırdı. Fakat öyle gururlu bir
çocuktuki babasının karşısında asla ağlamazdı. Eğer ağlarsa; sanki
aralarında bir savaş varmış gibi, babasına yenik düşeceğini zannederdi.
Oysa gururundan vazgeçip ağlayabilseydi; sevgisinden emin olduğu ama yüz
bulamadığı o kaya gibi yürek de yumuşayacaktı belki. Çünkü, yerinde
kullanıldığı zaman en katı yürekleri dahi yumuşatabilen, en güçlü
silahlardan biriydi gözyaşı. Peki ama o yaşlarda gözyaşlarının; bir
yenilgi değil de aksine, zafere götüren bir silah olabileceğini hangi
çocuk bilebilirdi ? Birbirlerine göstermekten kaçınıp; babasının
öfkesine kurban verdiği, onunsa gururuna mahkum ettiği ; sevgi. Yarım
kalmak ! bu olmalı dedi içinden. Hissedilen fakat gösterilemeyen bu
sevgi, belki de yarım kalmanın da ötesinde daha büyük bir eksiklikti. Ya
annesi? O da eksikliğin diğer bir yanı! diye düşündü. Annesi; bu
fırtınalarda daima kenara çekilir, babasının otoritesinin
sağlamlaştırılması adına hiç araya girmezdi. O'' nun bir defa olsun,
ceza olarak odasına gönderildiği zamanlarda arkasından geldiğini hiç
hatırlamıyordu. Oysa arkasından gelseydi... Yastığa gömdüğü yüzünü,
avuçlarının arasına alsaydı... Sevgi dolu bakışlarıyla, o kırılmış çocuk
gözlerine baksaydı... Kızım, aslında baban seni çok seviyor ve şimdi
sana bağırdığı için çok üzgün deseydi... O sessiz hıçkırıklarını, başını
yasladığı göğsünde dindirebilseydi... Bunlar, bir çocuk için çok büyük
beklentiler miydi ? Hele anne yüreği ki; baba yüreğine göre daha hassas,
daha duygulu... Peşinden gelmemek için nasıl tutabilmişti kendini ?
Sonraları ama çok sonraları, araya girmek istemeyişinin nedenini
açıklarken annesi; Her şey senin içindi demişti. Şımarmaman için;
babanda, bende katı davranmak zorundaydık. diye devam etmişti. Bir
tarafta sevildiğine inanmak... Diğer tarafta, bu katı davranışlarda
inandığı sevginin emaresini görememek... Ah, ne çelişkili yıllardı ve
hep yanılsamalarla geçmişti çocukluğu. Böyle, azar işitip ceza olarak
odasına gönderildiği zamanlarda anne ve babasının kendisinden nefret
ettiğini düşünür, kendisini de onlardan nefret etmeye zorlardı. Fakat
bir türlü başaramazdı bunu. İçinden gelen, tarif edemeyeceği kadar
kuvvetli bir hisle, nefret yerine daha bir sevgiyle bağlanırdı onlara.
Öyle tuhaf bir şeydi ki bu, sanki... Sanki bu sevgi, bir çocuğun içten
gelen bir güdüyle yaşama tutunmasıydı. Bir insan için ama en çokta
çocuklar için hava kadar, su kadar elzem olan sevilme ihtiyacını, onları
daha çok severek gidermeye çalışırdı kendince. Sonra o meşum gururu
araya girer, tarifi imkansız o sevgiyi kalbinin ta derinlerine itelerdi.
Bu da onu zaman zaman hırçın, zaman zaman içine kapanık, kırılgan
hatta... hatta kendine güvensiz bir çocuk yapardı. Daha o yaşlarında;
bir gün çocuğu olduğunda, ona asla kendisine davranıldığı gibi
davranmayacağına dair o kadar çok yemin etmişti ki... İşte o yeminler
yüzünden; kendisinden korkmalarını istemediği için küçüklüklerinden beri
hemen hemen hiç azarlamamıştı çocuklarını. Kocasının; onları fazla
şımartıyorsun uyarılarına aldırmamış ve onunda çocukları üzerinde
otoriter olmasına izin vermemişti. Şımartılmamış olmanın acısını
şımartarak çıkartmak istemişti. Çocuklarını sevgisiyle sarıp sarmalamış
ve sonsuz bir hoşgörüyle onları mükemmel olarak yetiştirebileceğine
inanmıştı. Şimdiyse o inancının ne kadar yanlış olduğunu, sözünü
dinletemediği çocuklarına bakınca daha iyi anlıyordu. Kendi
yaşanmışlıklarını çocuklarına yaşatmama adına yanlış yapmıştı. Telafisi
zor ve belki de kabul edilemez bir yanlış. Her şeyin bir sınırı olmalı
kuralının gerçekliği karşısında; sınırsız sevgi gösterilerinin ve sonsuz
hoşgörü fikrinin yanlışlığı açıkça ortaya çıkıyordu işte. Bunun için
son zamanlarda o sonsuz hoşgörüsünden uzaklaşmıştı. Geç kalınmış bir
hatayı düzelteyim derken, yeni bir hatayla olur olmadık şeyler için sık
sık azarlamaya başlamıştı çocuklarını. Üstelik de giderek babasına
benzemeye başlamıştı; emir kipli ve beylik cümleleriyle. Çocuklarsa bu
ani değişikliğin ş
aşkınlığıyla daha da
yaramaz olup çıkmıştılar. Öylesine yitip gitmişti ki anılarında; kolunu
çekiştiren küçük kızının seslenmesiyle, ancak yaşadığı zamana dönebildi.
-Anne, yine saçımı çekti !
Bundan ötesi artık onun da sabrını zorluyordu.
Alinti