Adâlet, ifrat ve tefrit arasında bir orta hâldir. Yani: Aşırılıkla, alâkasızlık arası dengeli bir yoldur. Adâlet, pek çok hayra vesile olmak üzere insanın mâhiyetinde bulunan bir kısım istidatların, yaratıcı tarafından belirlenen yönde kullanılmasından ibarettir. Evet, insanda bulunan şehvet, öfke, vehim ve akıl gibi kuvva ve istidatlar, güzelce kanalize edilirse adalet; ifrat ve tefrite düşülürse, sapıklıklar meydana gelir.
Meselâ: İnsandaki şehvet duygusu ki; umumî mânâsı itibariyle hem ferdin hayatının devamına, hem de insan nevinin devamına vesile olan şeylere arzu duyma anlamına gelir. Bu duygunun bir yönü olan yeme, içme ve sâire gibi şeylerle insan, cismani varlığını ve sıhhatini devam ettirmeye muvaffak olur. Şimdi, bu duyguya, arz edilen mülâhazanın dışında bakıldığında, ya onu, kemâle giden yolda önümüzü kesen bir cellat görerek ve kilise babalarının yâptığı gibi, ondan tamamen uzaklaşacağız ki, işte bu bir tefrit ve alâkasızlıktır. Veya günümüzün sefil anlayışı içinde, hiçbir ölçü tanımadan bu mevzûda her münasebeti meşrû sayacağız ki, bu da bir ifrat ve taşkınlıktır.
Öfke de öyledir; hiç olmayacak şeyler karşısında feveran ve halk dilinde " pireye kızıp yorgan yakmak" bir ifrat en aziz ve mukaddes şeylerin pâyimâl oluşu; ırzın çiğnenip, namusun doğranması karşısında sükût da, bir tefrittir. Adâlet ise, küfür, zulüm ve cevr karşısında bir kükreme ve bunların berisinde ve bilhassa sabır ve hayra vesile olacak yerlerde de, müsâmahalı ve yumuşak olma hâlidir.
Aynı durum, vehimde ne de cereyan eder; olmayacak şeylerden korku ve endişe, hayatı azaba çeviren bir ifrat; korkulması, endişe edilmesi gereken şeylerden korkup endişe etmeme işi, bir tefrittir. Birinde kâinattaki her şeyden korkup, her şeye ulûhiyet isnât etme düşüncesi vardır ki; Ganj dolayları, bu telâşın doğurduğu putlarla doludur. Diğeri de, yerde ve gökte kimseden endişe etmeme gibi bir cinnet, kendini ve kendine bağlı olanları ölümlere sürükleyebilecek bir çılgınlıktır. Adâlet ise, hayâtî ehemmiyet arz eden şeyleri hesaba katarak, ihtiyat ve tedbire riâyetle beraber, çok uzak ihtimâllerle melhuz olan bir kısım endişe verici şeylere karşı da olduğundan fazla ehemmiyet vermemekten ibarettir.
Akıl için de benzeri mütalâalar serd edilebilir: Müşahede ve hissin ürünlerini hesaba katmadan, sadece akla itimat bir ifrat; aklı tamamen azl edip, katı bir pozivitizme girme veya sadece vicdânı esas alıp; onun dışındaki her şeyi inkâr etmek de bir tefrittir. Birincisinde eski mantıkçıların cerbezelerini, şimdiki materyalistlerin de diyalektiğini; ikincisinde de, Auguste Comte pozitivizmini ve Hıristiyan mistisizmini görürüz. Akılda adâlet, his ve müşâhedenin mahsullerini değerlendirerek yeni terkipler yapma, bununla his ve müşâhede altına girmeyen şeyleri kavramaya çalışmaktır. Aklın istikâmeti ise, ancak vahyin aydınlatıcı tayfları altında mümkün görülmektedir. Semavî esintilere sırtı dönük bir akıl, ya Aristotales gururu içinde bir firavun veya kilise duvarları içinde acezeden kış sineği gibi bir şey olmaya mahkûmdur.
Hâiz olduğumuz bu duygularda adâlet bir esas olduğu gibi, mükellef olduğumuz şeylerin bütününde de bir esastır. Bu cümleden olarak itikat da adâlet şarttır ve en başta da, bir ilâhın vücudunu tasdik ve Onun kemâl sıfatlarıyla muttasıf, noksan sıfatlardan da münezzeh olduğu gelir. Zîrâ; bir ilâhın vücudunu veyahut sıfatını kabul etmeme bir ilhâd ve ta'til olduğu gibi, "Allah cisimdir, cevherdir, uzuvlardan meydana gelmiştir ve bir mekânı vardır" demek dahi bir teşbih ve küfürdür. "Allah vardır, kemâl sıfatlarıyla vardır, cisim, cevher; azâ ve âlet gibi şeylerden münezzehtir. Mekândan müstağnidir" düşünce ve akîdesi ise, evvelki iki inhiraf arasında orta bir yol ve adalettir.
Diğer itikadî meseleleri de aynı usûlle ele almak mümkündür. Meselâ, "İnsanın kudreti ve ihtiyârı yoktur" demek bir cebir, "İnsan, kendinden meydana gelen bütün işlerin mucit ve hâlıkıdır" demek de, ifratkâr bir irâdeciliktir. Şart-ı âdî kaydıyla, insan irâdesini kabul etmek ve her şeyi Allah'ın yaratması esasıyla ele almak ise, bir adâlettir.
Amelî hususlarda da adâletin cereyanına şâhid oluruz. Evvelâ, mutlak olarak bütün işlerimizi dünya ve ukbâ, ruh ve ceset muvâzenesi içinde ele almak bir adâlettir. Buna rağmen cismanî yaşayış ve hayvanî hayat; âhirete ve kalbî hayata baktırmayacak şekilde ise, bu bir maddiyecilik ve ifrattır. Cismâniyeti nefy ve inkâr eden mistikçe bir spiritüalizm ise, bir tefrittir. Ve, bu iki şey arasındaki muvâzene ise istikâmettir.
Bu hususlardan birini Yahudilik temsil ediyorsa diğerini de Hıristiyanlık temsil etmektedir. Meselâ, Yâhudilikte kasten adam öldürüldüğünde afv tarafına gidilmeden behemehal kâtilin öldürülmesi gerekmektedir. Hıristiyanlıkta ise mutlaka afvedilmesi lâzımdır. Bu hâliyle birinde ifrat, diğerinde de tefrit vardır. Adâlet ise, afv yolu açık olmakla beraber kısasın yapılmasıdır. Nazarî ve amelî bütün bir hayat içinde bu şekilde adâleti görmek ve göstermek mümkündür.
Günümüzde çok bahis mevzûu edilen " sosyal adâlet" ise, adâlet anlayışının içtimâiye akseden bölümlerinden sadece biridir. Tasavvurda ve pratikte istikâmete ermiş kimselerin adâletsizliği düşünülemeyeceği gibi, onlar arasında içtimâi adaletsizlikten söz etmek de, asla bahis mevzûu olmayacaktır.
Belki sosyal-adâletten ne anladığımızı merak edip soranlarda olacaktır. Ne var ki, sual-cevap mevzûu içine sıkıştıramayacağımız böyle bir hususu tahlilde, şimdilik fâide mülâhaza etmemekteyiz
Alintidir.