En son konular | » Acilinden Kaciyorum ...Görüsmek Umudu Ile <---- ByeCuma Ara. 14, 2012 7:05 am tarafından AyMaRaLCaN» Bir Sarkisin Sen Cuma Ara. 14, 2012 7:03 am tarafından AyMaRaLCaN» MerHaba MerHaba :)Cuma Ara. 14, 2012 6:58 am tarafından AyMaRaLCaN» Azerbaycan Yemekleri,Azerbaycan Yemek Kültürü,Azerbaycan MutfağıCuma Ara. 14, 2012 6:49 am tarafından AyMaRaLCaN» ORHAN AFACAN SIIRLERI Tas Atan CocuklarCuma Kas. 30, 2012 7:48 am tarafından AyMaRaLCaN» Aşık Mahzuni Şerif - Bu Mezarda Bir Garip VarCuma Kas. 30, 2012 3:51 am tarafından AyMaRaLCaN» Aşık Mahzuni Şerif - Bizden Geriler (Gam Kasavet)Cuma Kas. 30, 2012 3:49 am tarafından AyMaRaLCaN» Aşık Mahzuni Şerif - Benim HayatımCuma Kas. 30, 2012 3:48 am tarafından AyMaRaLCaN» Aşık Mahzuni Şerif - Babasını (Bir Fakirin Hatırını)Cuma Kas. 30, 2012 3:46 am tarafından AyMaRaLCaN |
Istatistikler | Toplam 7 kayıtlı kullanıcımız var Son kaydolan kullanıcımız: AyBüke
Kullanıcılarımız toplam 28063 mesaj attılar bunda 19753 konu
|
Sosyal yer imi |
www.ay-maral-can.yetkin-forum.com
Sosyal bookmarking sitesinde adresi saklayın ve paylaşın |
|
akısı | |
| | Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. | |
| | |
Yazar | Mesaj |
---|
AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 7:43 pm | |
| Konu İçeriği A Acemi Ocağı Adliye (Adalet Teşkilatı) Ahîlik Akıncılar Anadolu Eyaleti Asâkir-i Mansüre-i Muhammediye Asesler (Ases Teşkilatı) Aşiret Mektebi Âyan Meclisi Azaplar (Azap Teşkilatı) B Bâbıâlî Baltacılar (Zülüflü Baltacılar) Baruthane Beylerbeyi Bostancı Ocağı
C, Ç Cebeci Ocağı Cemiyetler Cerrahhâne-i Âmire Cuma Dîvânı Çarşamba Dîvânı
D Darphane (Darphâne-i Âmire) Dârülaceze Dârülbedâyi Dârüleytâm Dârülfünün Dârülhadîs Dârülmuallimât Dârülmuallimîn Dârüssaâde Ağası Dârüşşafaka Defterdar Derbend Teşkilatı Müslüman Türk Devletlerinde Dîvân Dîvân-ı Hümâyun Donanma-yı Hümâyun Düyun-u Umumiye
E Emniyet Teşkilatı Encümen-i Dâniş Enderun (Enderün-u Hümâyun) Eyalet
F, G Fener Rum Patrikhanesi Garb Ocakları Gelibolu Acemi Ocağı
H Hamidiye Alayları Harem Hasoda Hazîne-i Evrak (Osmanlı Arşivi) Hazîne-i Hâssa Hekimbaşı Hilâl-i Ahmer Humbaracı Ocağı
İ İdadî İhtisab İmaret Islahhâne Islahiye Teşkilatı İttihat ve Terakkî
K, L Kadı Kapıkulu Ocakları Kapıkulu Süvarileri Kaptan-ı Derya Kaptanpaşa Eyaleti Kara Kuvvetleri Kazasker Kervansaray Kubbealtı Lağımcı Ocağı Lonca
M Mabeyn Maliye Nezareti Matbah-ı Âmire Meclis-i Mebusan Meclis-i Vükelâ Mehter (Mehterân) Mekteb-i Osmânî Miskinhâne Mühendishâne Mülkiye Müslüman Türklerde Medrese
N, O Nakîbü'l-Eşrâf Nişancı Osmanlılarda Basın
R Redif Teşkilatı Reisülküttap Rumeli Eyaleti
S, Ş Sadâret Kaymakamı Sadâret Kethüdâsı Sadrazam Şehremini Sekbanlar Şeyhülislâm Şirket-i Hayriye Solaklar Subaşı
T Teşrifatçılık Timar Timarlı Sipahi Top Arabacıları Ocağı Topçu Ocağı Topkapı Sarayı Tulumbacılar Türk Ocakları Türk Ordusu
V,Y,Z Vakıf Vezir Voynuk Teşkilatı Yıldız Mahkemesi Zaptiye
Türk ve Osmanlı Kurumları A
Acemi Ocağı Kapıkulu ocaklarına ve özellikle Yeniçeri Ocağı'na asker yetiştirmek için kurulan teşkilat.
Rumeli’de arka arkaya elde edilen zaferler sonucu sınırları genişleyen Osmanlı Devleti, daha fazla askere ihtiyaç duyuyordu. Mevcut kuvvetler ihtiyaca yetmiyor ve elde devamlı bir ordu bulunması gerekiyordu. Bu itibarla, esirlerden faydalanmak gayesi ile 1362 senesinde kadıasker (kazasker) Çandarlı Kara Halil ile ulemâdan Karamanlı Molla Rüstem’in gayretleriyle, Sultan Birinci Murad devrinde, Pençik Kanunu gereğince Acemi Ocağı, Gelibolu’da kuruldu. Daha önceleri, savaşta esir alınanlar, kısa bir eğitimden sonra yeniçeri yazılıp savaşa gönderilirdi. Sultan Birinci Murad zamanında, esirler önce Lapseki, Çardak ve Gelibolu arasında süvari askerlerini taşıyan gemilerde beş-on sene acemi oğlanı olarak çalıştıktan ve uzun bir eğitimden geçtikten sonra Yeniçeri ocağına kaydedilmeye başlandı.
Acemi teşkilatına, acemi oğlanı iki şekilde alınırdı. Biri, harpte esir edilen esirlerin beşte birinden, diğeri ise Osmanlı sınırları içinde yaşayan Hıristyan çocuklarından ki, buna “devşirme” denirdi. Devşirme kanunu ile Hıristiyan tebaa evladından asker toplanarak, gayrimüslim olan Rumeli halkı, yavaş yavaş Müslüman olacak ve bu askerlerle de Türk ordusu biraz daha kuvvetlenecekti. Kuruluşunda Gelibolu’da bulunan acemi ocağının merkezi, fetihten sonra İstanbul’a taşınmıştır. Gelibolu ocağının başında, Gelibolu ağası vardı. Gelibolu Acemi Ocağı'nın mevcudu, önceleri dört yüz idi; daha sonra beş yüz olmuştur. İstanbul Acemi Ocağı'nın mevcudu ise, önceleri üç bin kadardı, on altıncı asırda bu sayı, dört bine çıktı. Yeniçeri mevcudu arttıkça, acemilerin miktarı da artıyordu. On altıncı asır sonlarında, Bostancılarla birlikte sekiz-dokuz bine çıkan acemilerin, 17. asır başlarındaki adedi, 9406 idi.
Acemi Ocağı, on yedinci asır ortalarından sonra ehemmiyetini kaybetti. Yeniçeri Ocağı, 1826 yılında Sultan İkinci Mahmud tarafından kaldırılınca, bu ocak da kapanmış oldu.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 7:44 pm | |
| Adliye (Adalet Teşkilatı) Türklerin, İslamiyet'i kabulden önceki zamanlarda kurmuş olduğu devletlerde, bağımsız bir adlî teşkilat yoktu. Yargı, kanun koyma ve devlet işlerini yürütme, devlet başkanının şahsında birleşmişti.
İslamiyet'i kabulden sonra kurulan Karahan, Gazne ve Selçuklu devletlerinde, adlî teşkilatın, İslam hukukunun tesiriyle bağımsızlığa kavuştuğu görülür. İslam hukukunun esas alındığı eski adlî teşkilat, Osmanlı Devleti zamanında gelişmesini tamamladı.
Osmanlı Devleti adliye teşkilatının başında, şeyhülislam bulunurdu. Şeyhülislamdan sonra gelen ikinci büyük makam, Kadıaskerliktir (Kazaskerlik). Ordunun adaletle ilgili işlerine bakan bu makam, diğer adli işlerde de üst yargı makamı ve şeyhülislamın yardımcısı idi. Birinci Murad zamanında kurulan bu makama, ilk defa, Bursa kadısı Çandarlı Kara Halil Paşa getirildi. 1480’den sonra kazaskerler, Anadolu ve Rumeli kazaskerleri olmak üzere ikiye çıkarıldı. On yedinci yüzyıla kadar, kazaskerler, veziriazamın teklifi üzerine tayin edilirdi. Daha sonra, tayin yetkisi, veziriazamın onayı olmak şartıyla şeyhülislama verildi.
Adalet teşkilatının üçüncü basamağında kadı bulunurdu. Kadılık, İslam hukukunun uygulanmasıyla görevli makamdı. Kadıya, dinî hükümlere göre hükmetmesinden dolayı, hâkimü’ş-şer' denirdi. Başlangıçta İznik ve Bursa’da olmak üzere, iki kadılık vardı. Daha sonra, ele geçirilen yerlerde yeni kadılıklar kuruldu. Kadı, şer'i mahkemelerin başı idi. Kadılar arasında, yukarıdan aşağıya doğru inen derecelenme vardı. Bunlar, başlıca iki sınıfa ayrılırdı. Birincisine kaza kadıları, ikincisine sancak ve eyalet kadıları denirdi.
Şer’i mahkemelerde, kaza kadısı adına, değişik görevlerde bulunan kimselere “naib” denirdi.
Osmanlı adalet teşkilatı tamamen bağımsız olup, adalet işleri, ilmiye sınıfının elinde idi. Kadı, aynı zamanda belediye reisi idi. Mahkemeler, şeyhülislamın kontrol ve yetkisinde idi. Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, şeyhülislamın yardımcıları idi. İkisi de Divan-ı hümayun üyesi, yani bakan idi. Kazaskerler, ayrıca haftada 5 defa, makamlarında, yüksek davalara bakarlardı.
Rumeli civarındaki kadılar Rumeli, Anadolu (Asya) tarafındakiler Anadolu kazaskerine tabi idiler. Kadı, dava esnasında müftiye (fetva veren kişi) danışabilirdi. Ancak, bunun fetvası ile bağlı değildi. Müftinin fetvası, adli sicile işlenir ve kadı'nın teftişi de dikkate alınırdı. Bir kadı'nın verdiği kararı, ancak İstanbul’daki kazaskerler, yahut Divan-ı hümayun temyiz edebilirdi. On sekizinci asrın başına kadar Osmanlı Devletinde siyasi, dini, mali, askeri, örfi ve şer’i bakımdan birinci derecedeki merci, Divan-ı hümayundur. Divan-ı hümayun öyle bir yerdi ki, burada, dil, din, mezhep, milliyet bakımından insanlar arasında hiç fark gözetilmezdi. Devletin her yerindeki kişiler, haklarını aramak için Divan-ı hümayuna baş vurabilirdi. Bu durumda divan, bir yargıtay veya yüksek mahkeme manasına gelmektedir. Divan-ı hümayun üyeleri, aynı zamanda yüksek adaleti bilen kimselerdi. Budin’deki vatandaşın, İstanbul’da temyiz davası açması zordur. Herhangi bir haksızlığı, halkın, toplu olarak, o bölgenin en büyük mülkî amirine, yani sancak beyi veya bizzat beylerbeyine şikâyet etme hakkı vardır. Mülkî amirce mutlaka müfettiş tahkikatı yaptırılır; bilerek veya rüşvetle haksız hükmettiği anlaşılan kadı'nın istikbali mahvolurdu.
Tahsilsiz sadrazam olunabilirdi; ancak, medreselerin en yüksek kısmından mezun olmadıkça, kadı olunamazdı. Memleket dahilinde 2500 kadar kaza (ilçe) vardı. Kadı; hakim, kaymakam ve belediye başkanı vazifelerini görürdü. Kazalar, nahiyelere bölünürdü. Nahiyedeki kadı yardımcısı olan naib, hakim, belediye başkanı ve nahiye müdürü vazifelerini görürdü. Sancak merkezlerinde (il) “molla” denilen büyük kadılar bulunurdu. Bunlar, buraların hakimi ve belediye başkanı idiler. Eyalet merkezi olan büyük şehirlerde “büyük molla” denilen kadılar vazife görürdü.
Osmanlı Devletinde, tevzi edilmeyen (yerine getirilmeyen) adalet, adaletsizlik sayılırdı. Osmanlı Devleti’nin hızlı yargıdaki şöhreti, bütün dünyada biliniyordu. D’ohsson; “iki veya üç celse nadirdir. Ekseri davalar, bir celsede hükme bağlanır” demektedir. Ricault; “En mühim davalar, bir saat içinde hükme bağlanır. Hüküm, derhal infaz edilir. Avrupa’da olduğu gibi, hükmü geciktirecek oyunlardan hiçbiri tatbik edilmez” demektedir.
Uyuşmazlık, mahkemeye gitmeden aile meclisi, eşraftan zatlar, esnaf kethüdaları (sendika başkanları) tarafından çözülürdü. Halkın yapısı, ihtilaf çıkarmaya müsait değildi.
Kazasker mahkemesinde kararı bozulan kadı, çok kötü sicil almış olurdu. Terfi imkânı kapanırdı. Eğer, kararının bozulma sebebi, rüşvet alması ise, kadı, ulema mesleğinden çıkarılırdı.
On altıncı yüzyıla ait bir teftiş evrakında, kadıların halka eziyet, rüşvet alma, kadılık bölgesini terk etme, yazmış olduğu hüccetlerde (delillerde) karışıklık olması, savaş zamanlarında ihmalkâr davranma gibi sebeplerle görevlerden alındığı yazılmaktadır.
Şer’i mahkemelerin yanında Müslüman olmayan tebaanın davalarına bakan mahkemeler de vardı. Tanzimat'la birlikte, ticaret mahkemeleri kurulmuştur. Yine Tanzimat'la gelen yeniliklerden olarak, batı usulünde kurulan adliye teşkilatının bağlı olduğu en yüksek makam, Adliye Nezareti olmuştur. Bu nezaret, 1868’de kurulmuştur.
Cumhuriyet devrinde ise adliye teşkilatının başına, 3 Mayıs 1920’de, Adliye ve Mezahib Vekaleti getirildi. Daha sonra bu, Adalet Bakanlığına dönüştü.
Ahîlik Selçuklu Türkleri'nde, dinî ve millî birliğin muhafazasında, Osmanlı Devleti'nin kuruluşunda ve Osmanlı insanının yetişmesi ve terbiyesinde büyük hizmetler gören içtimaî (sosyal) bir teşkilat. Arapça "kardeşim" manâsına gelen ahî ile Türkçe "cömert, eli açık" manâsında olan akı kelimeleri ile yakınlık göstermekte ise de, hangisinden geldiği belli değildir. Her iki kelimeden de gelmesi ihtimal dahilindedir. Ahilik, 13. yüzyılda Anadolu'da yaşayan Türklerin, esnaf ve sanatkârlarının birliğini, çalışma esas ve usullerini teşkil eden, sosyo-ekonomik bir Türk kurumudur.
Ahilik, ihtiva ettiği hizmetler bakımından cömertlik, mertlik ve mürüvvet manâlarına gelen fütüvvet teşkilatının daha da gelişmiş bir şekli olarak görülmektedir. Sonraları esnaf ve sanatkârlar birliğine unvan olarak verilmiştir. On birinci asrın ikinci yarısından itibaren Anadolu’ya girmeye başlayan Müslüman Türkler (Selçuklular), Türkistan’da ticaret ve sanayi merkezlerinde yaygın fütüvvet ilkelerini de beraberlerinde getirdiler. Bu ilkeler arasında bilhassa; Müslüman kardeşinin işini görmek, onun yardımında bulunmak, hatâ ve kusurlarını affedip, husumet ve düşmanlık beslememek, ayıp ve kusurlarını örtmek, kendisini başkasından üstün görmemek, musibete uğrayan düşman bile olsa sevinmemek, başta gelmektedir.
Diğer taraftan Horasan ve Mâverâünnehir’deyken Fahreddin-i Razî, Ahmed Yesevî ve Şihabüddin Sühreverdî gibi büyük âlimlerden ders alan Ahi Evren (1171-1262), daha sonra Anadolu’ya gelerek, Kayseri’de yerleşmiş ve halkı irşad vazifesine başlamıştı. Kayseri’de debbağlık yapıp, elinin emeği ile geçinen Ahi Evren, Türkistan’dan gelen bilhassa esnaf teşekküllerini bir çatı altında toplayıp teşkilatlandırdı. Fütüvvetnamelerden faydalanarak, teşkilatın bir nevi yönetmeliğini yazdı. İslam ahlâkını esas alan bu yönetmeliği, esnaf ve sanatkârlar arasında tatbik etti. Onlar arasında İslam ahlâkına dayalı bir birlik ve kardeşlik kurdu. Böylece “ahilik teşkilatı” ortaya çıktı. Diğer taraftan, hocası Evhadüddin Kirmanî’nin kızı olan hanımı Fatma Bacı da kadınları yetiştirip “Baciyan” grubunu teşkil etti.
Ahilik teşkilatı sayesinde, Anadolu’da Rumlar ile Ermenilerin elinde olan sanat ve ticaret hayatına, zamanla Türkler de katılıp, söz sahibi olmaya başladılar. Ayrıca ahiler, yaptıkları zaviyelerde, Müslüman tüccar ve esnafın ahlaki terbiyesi ile de uğraştılar. Ahi zaviyeleri zamanla memleketin her tarafına yayıldı.
Ahiler, içtimaî hayattaki bu hizmetleri yanında ihtiyaç halinde gazalara ve memleket savunmasına da katıldılar. On üçüncü asrın ilk yıllarında Çin’in kuzey-batısında katliamlara başlayan, kısa bir müddet içerisinde dünyanın siyasî haritasını alt üst eden ve Anadolu’ya doğru yaklaşan Moğol tehlikesine karşı tedbir aldılar. Moğolların önlerinden kaçıp gelenlere kucak açarak, Anadolu insanını, Moğollara karşı gaza aşkı ile doldurarak; cihad yolunda Allahü tealanın rızasından başka bir şey düşünmeyen kimseler olarak yetiştirmeye çalıştılar ve bu insafsız düşman karşısında kahramanca mücadele ettiler.
Nihayet Moğollar, 1243 yılında Kayseri’yi muhasara edip, çetin bir muharebe sonunda şehri ele geçirince, binlerce ahiyi şehid ettiler. Anadolu’nun karışıklıklar içerisinde olduğu bu sırada, Ahi Evren’i de Kırşehir’de öldürdüler.
Kısaca "sulhta muallim, muharebede asker" olan ve Anadolu’nun her tarafına yayılmış bulunan ahiler, gerek Moğol zulmü ve gerekse başka karışıklıklarla sıkılan ve bunalan insanlara, maddî ve manevî güç ve moral vererek Osmanlı Devletinin kuruluşuna kadar Anadolu’yu dinî ve millî birlik içinde tutmaya muvaffak oldular.
Bu sırada Söğüt civarında gelişmekte olan Osmanlı Beyliğinin emrine koşan ahilerin bir kısmı, uçlara yerleşip zaviyeler kurdular. Doğudan bu mıntıkaya gelen Türkmenlerin erkeklerini, ahi erkekleri, kadınlarını da Fatıma Bacının yetiştirdiği bacıyan grubu terbiye etti. Böylece, üç kıtada altı asır at koşturacak olan, istikbaldeki Osmanlı neslinin temelini attılar.
Bu esnada itibarlı bir ahi olan Şeyh Edebali, Osman Gazi ile yakın münasebetler kurup, kızını ona verdi. Orhan Gazi ve Murad-ı Hüdavendigâr, ahilerden olup, vezirleri Alâeddin ve Çandarlı Kara Halil de ahi idiler. Böylece ahilerden bir kısmı âlim, kadı olarak ilim sahasında, bir kısmı vali ve komutan olarak idarî ve askerî alanda, bir kısmı da ticaret ve sanat alanında hizmet vermeye başladılar. Ahilerin; İslam'ın emri olan, zamanın kıymetini bilmek, disiplinli bir hayata sahip olmak, istişare etmek (karşılıklı danışmak, tartışmak), adil olmak ve adalet esaslarını aşıladıkları küçücük bir aşiret, kısa zamanda büyük bir devlet olmaya başladı.
Zaman zaman devletin yükünü hafifletici hizmetlerde de bulunan ahiler, Bursa’yı Düzmece Mustafa’nın hücumundan korudukları gibi, 1360 yılında idareleri altındaki Ankara’yı Sultan Birinci Murad’a teslim ettiler.
Bu hizmetlerine karşılık Osmanlılar, ahilere yardımcı olup hürmet göstererek halkı yetiştirmeleri için teşvikte bulundular. Bu yüzden, daha sonra Birinci Murad’ın ahilerin başı olduğu ve kendisinden Ahi Murad diye bahsedildiği de bilinmektedir. Osmanlı Devleti kuvvetlenip Anadolu’ya hakim olduktan sonra, ahiler daha ziyade hayırsever bir cemiyet, bir esnaf teşkilatı şeklinde faaliyetlerini devam ettirdiler.
Ahiler arasında, sanatın okumakla değil, ahinin yetişmesi için, üstattan öğrenmesi şartı getirilip; yamaklık, çıraklık, kalfalık, ustalık, yiğitbaşılık, ahi babalık ve kethüdalık safhalarından geçmesi şartı vardı. Gündüz işinde çalışan ahiler, akşamları kendilerine mahsus binalarda sohbetlere katılırlardı. Böylece ahilerin ahlaki terbiyesi, ihmal edilmezdi.
Ahilerin kendilerine mahsus kıyafetleri vardı. On dördüncü asır seyyahlarından İbn-i Battuta, üstlerine hırka, başlarına sarık sarılı beyaz yünden bir külah ve ayaklarına mest gibi ayakkabı giydiklerini bildirmektedir. Ahiliğe kabul edilen namzede (adaya), şeyh tarafından şedd-i bend denilen ve ahiliğin nişanı kabul edilen bir kuşak kuşatılırdı. Ahiler kuşaklarında, büyükçe bir bıçak taşırlardı.
Ahilik teşkilatında şu mertebeler bulunurdu:
1) Teşkilata yeni giren yiğitler, 2) Ahi bölükleri (Altı bölük olup ilk üç bölüğe “eshab-ı tarik”, diğer üçüne de “nakib” denirdi), 3) Halife, 4) Şeyh, 5) Şeyh-ül-meşayıh.
Ahilerin idare heyeti, her sanat kolunda, kendi azaları arasından seçilmiş beş kişiden meydana geliyordu. Kendilerine, kadı tarafından, seçimden sonra resmi vesika, icazet verilip, icraatları ve neticeleri büyük meclise bildirilirdi. Birlik idare heyeti, her ay üç gün toplanırdı. İdare heyeti, birliğin hazinesi mahiyetinde olan orta sandığını idare ederdi.
Ahilerin kendilerine has merasimleri vardı. Bunlardan bazıları şöyledir:
1. An’anevi Ahi Evren merasimleri: Senelik olup, Ahi Evren’in türbesinin bulunduğu Kırşehir’de yapılırdı.
2. Yol atası ve yol kardeşliği merasimi: Ahiliğe girmek talebinde bulunan gençlerin, birliğe kabul edilmesi mahiyetindeki bir merasim olup, zamanla çırak kabul etme merasimi halini aldı.
3. Yol sahibi olma merasimi: Çıraklık müddetini tamamlayanların, kalfalığa yükseltilmesi için yapılan merasimdi.
Ahilerin yönetmeliğine göre, ahinin üç şeyi açık olmalıydı: Eli açık, yani cömert olmalı; kapısı açık, yani misafirperver olmalı; sofrası açık, yani aç geleni tok göndermeli. Üç şeyi de kapalı olmalıydı: Gözü kapalı olmalı, yani kimseye kötü nazarla bakmamalı; kimsenin ayıbını görmemeli; dili bağlı olmalı, yani kimseye kötü söz söylememeli; beli bağlı olmalı, yani kimsenin namusuna ve şerefine göz dikmemeli.
Ahilik mensuplarının, takdir edilmelerinin yanında cezalandırıldıkları da olurdu. Fütüvvetnamelerde, şu on sekiz şeyin, ahiyi ahilikten çıkarma sebebi olduğu, ayrıca Cehennemlik yapacağı yazılıdır:
1) Şarap içmek, 2) Zina yapmak, 3) Livata yapmak, 4) Dedikodu ve iftira etmek, 5) Münafıklık etmek 6) Gururlanıp kibirlenmek, 7) Sert ve merhametsiz olmak, Hased etmek, kıskanmak, 9) Kin tutmak, affetmemek, 10) Sözünde durmamak, 11) Kadınlara şehvetle bakmak, 12) Yalan söylemek, 13) Hıyanet etmek, 14) Emanete riayet etmemek, 15) İnsanların aybını örtmeyip, açığa vurmak, 16) Cimrilik etmek, 17) Koğuculuk ve gıybet etmek, 18) Hırsızlık etmek.
Yine ahi yönetmeliği olan fütüvvetnamelere göre; ahi, helalinden kazanmalıdır. Hepsinin bir sanatı olmalıdır. Yoksul ve düşkünlere yardım etmeli, cömert olmalıdır. Alimleri sevmeli, hoş tutmalıdır. Fakirleri sevmeli, alçak gönüllü olmalıdır. Temiz, iyi kimselerle sohbet etmeli, namazını kazaya bırakmamalı, haya sahibi olup, nefsine hakim olmalı, dünyaya düşkün olanlarla düşüp kalkmamalıdır. Bunlar, asırlarca Osmanlı insanının ahlâkının temel taşı olan hasletler hâline geldi.
Osmanlı Devletinin bünyesinde, bu hizmetleri hakkıyla yapmış, sanat ve ticaret hayatını Osmanlının maddi ve manevi yapısına göre düzenlemiş olan ahilik teşkilatı, diğer kıymetli müesseseler gibi, bilhassa İngilizlerin desteklediği Mustafa Reşit Paşa'nın hazırladığı Tanzimat Fermanı’ndan sonra, büyük bir sarsıntı geçirmiş ve eski işlevini kaybetmiştir.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 7:45 pm | |
| Akıncılar Osmanlı Devletinin askeri teşkilatında, sınır bölgelerinde, düşman memleketlerine ani baskınlar tertipleyerek yıpratma harekâtında bulunan hafif süvari gruplarına verilen isim.
Akıncılar, bazılarının zannettikleri gibi yağma gayesiyle düşman içine giren ve hayatlarını talanla kazanan askeri bir birlik değildi. Akıncıların vazifeleri, akın yapmakla kalmayıp, aynı zamanda düşmanın durumunu, yolları ve kuvveti hakkında bilgi toplamak gibi istihbarat görevini de yerine getirirlerdi. Bu görevlerini esasa bağlayan kanunları vardı. Akıncılık, babadan oğula geçerdi ve yalnızca Türklere has askeri bir sınıftı. Bunlar, şimdiki askeri teşkilattaki komando birliklerine benzetilebilir.
Akıncılar, harp zamanında keşif kolu hizmetini görürlerdi. Düşman arazisini dolaşıp, orduya yol açarlar ve kurulması muhtemel pusuları, ani ve süratli hareketleri ile bozarlardı. Bundan başka ordunun yolu üzerindeki hububatı muhafaza, yerli halktan aldıkları esirler vasıtasıyla düşman hakkında haber toplamak ve köprü, geçit gibi yerleri emniyet altında tutmak da esas vazifeleri arasındaydı. Akıncılar, genellikle asıl ordudan 4-5 günlük mesafede önden giderler ve yukarıda yazılan vazifeleri yerine getirirlerdi. Bindikleri atlar da, akıncıların bu hızlı hayatlarına uygun, dayanıklı ve süratli olanlardan seçilirdi. Sefere çıkarlarken, yedekte 4-5 at götürürler ve yorulan atlarını konak yerlerinde bırakırlar, dönüşte, bıraktıkları atlara ganimetlerini yüklerlerdi.
Akıncı birlikleri, şu şekilde tanzim edilmişlerdi: On akıncıya “onbaşı”, yüz akıncıya “subaşı”, bin akıncıya da “binbaşı” kumanda ederdi. Bu kumanda zincirini, bütün kuvvetlerin başında olan “Akıncı Beyi” tamamlardı. Rütbeleri sancak beyi derecesinde olan akıncı beyleri, fevkalade yetkilere sahip olup, doğrudan doğruya sultandan emir alırlardı.
Bir harekâtın akın ismini alabilmesi için, o sefere akıncı beyinin katılması gerekirdi; aksi takdirde bu harekâta akın denmezdi.
Akıncılar, merkezi bir tarzda idare olunmayıp, serhat boylarında ocaklar halinde teşkilatlanırlardı. Her mıntıkanın kumandanı ayrıydı ve akıncılar mensubu oldukları kumandanların sülale isimleriyle anılırlardı. Bunların en meşhurları Malkoçoğlu akıncıları, Turhanlı akıncıları, Mihalli akıncılarıydı. Bunların bulundukları mıntıkalar da şunlardı: Malkoçoğlu Silistre’de; Turhanlı Mora’da; Mihalli ise Sofya ve Semendre bölgelerindeydi. Osmanlı Devletinde ilk akıncı beyi Evrenos Beydir. Saydığımız akıncı aileleri ise daha sonraki akınlarda meşhur olmuşlardır.
Akıncıların devlet tarafından isimleri, eşkalleri ve içlerinde timara sahip olanların listelerini havi (içeren) defterler tutulurdu. Defterler, iki nüsha olarak tanzim edilir; biri merkezdeki Defterhane’de diğeri ise akıncıların bulundukları eyalet veya sancak kadılıklarında muhafaza edilir, bu yolla herhangi bir yolsuzluğa meydan verilmezdi. Her akını müteakip, şehid ve malul olanların yerine çevik, iyi süvari ve kuvvetli gençler akıncı kaydedilirlerdi. Akıncı kanunu üzere öncelikle babası akıncı olanlar tercih edilirdi. Ayrıca akıncı kaydedilenlerin kefil göstermeleri mecburiydi.
Akıncılara tahsis edilen belirli bir maaş yoktu; elde ettikleri ganimetin 1/5’ini (Pençik resmi olarak) verdikten sonra, kalanla geçimlerini temin ederlerdi. Bazılarının ise timarları vardı (Bkz. Timar). Sefere çıkarlarken, düşman hududuna kadar yetecek yiyecek verilir, daha sonrasını kılıçlarıyla temin ederlerdi. Akıncılar arasında “Timarlı” ve “Tavcılar” grubu bulunurdu ki, bunlar kıdemli ve seferde yararlılık gösteren kimselerdi. Tavcılar aynı zamanda kazalarda çerilerin başıydılar. Sefer emri bunlara gelir; bu kişiler de emri altında olanları toplayıp akına katılırlardı.
Osmanlı Devletindeki akıncıların sayısı kesin olarak ortaya konulmamakla beraber, 15. asır ortalarına kadar sayılarının 40.000 olduğunu tarih kitapları yazmaktadır. Birinci Kosova Savaşında, akıncı mevcudunun 20.000 olduğu kayıtlıdır. 1559’daki bir yoklamaya göre ise, Turhanlı akıncılarının sayısı 7000 civarında görülüyor. Kanuni Sultan Süleyman Hanın Budin ve Avusturya seferlerinde, Mihalli akıncılarının sayısı, devrin tarih kitaplarına 50.000 olarak geçmiştir.
Osmanlı ordusunun öncü kuvveti olan akıncılar, 1595 senesinde, Sadrazam Sinan Paşa'nın Eflak seferindeki mağlubiyetine kadar güçlerini korumuşlardır. Bu sefer dönüşünde akıncılar, Tuna üzerindeki uzun bir köprüyü geçmekte iken, Eflak Voyvodasının yoğun top ateşi açtırması ile, tahta köprünün çökmesi üzerine, Tuna sularına gömüldüler. Karşıya geçemeyen bir kaç bin akıncı ise, düşman kılıçları altında şehid oldular. Böylece Türk akıncı ocağı, bir daha altından kalkamayacağı büyük bir darbe yedi. Nitekim, bu seferden sonraki kayıtlara göre akıncıların sayısı 3000’e inmiştir. Vaziyet bu duruma gelince, hükümet yeni tedbirler almak mecburiyetinde kalmış ve kalelerdeki “Serhat Kulu” teşkilatı takviye edilerek, hudutların korunması bu teşkilata verilmiş, diğer taraftan da Kırım Hanlarının atlılarından faydalanma yoluna gidilmiştir.
Akıncı kanununa göre, eğer bir akıncı beyi bir şehir fethederse, buradaki gayrimenkuller padişaha (devlete) ait olur; beylere de bu bölgenin köyleri, timar olarak dağıtılırdı. Umumiyetle Akıncı beyleri de timarlardan elde ettikleri gelirleri, hayır müesseseleri kurarak buralara vakfederlerdi.
Akıncıların kullandıkları silahlar da, süratle hareket etmelerine mani olmayacak şekildeydi. En çok kullandıkları silahlar, kılıç, kalkan, pala, mızrak ve bozdoğan denilen başı yuvarlak kısa saplı bir cins topuzdu. Akıncıların zırh kullananlarının sayısı oldukça azdı.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 7:46 pm | |
| A...devam
Anadolu Eyaleti Osmanlı Devletinin iki önemli taşra teşkilatından biri. Daima vezir rütbesinde Beylerbeyi tarafından idare edilirdi. Protokolde; Mısır, Budin ve Rumeli eyaletlerinden sonra dördüncü sırada yer almaktaydı. Rumeli eyaletinin 1362 senesinde kurulmasından sonra, 1393’te de Anadolu eyaleti kuruldu. Eyaletin merkezi önceleri Ankara idi.Yıldırım Bayezid Han 1393’te Kara Timurtaş Paşayı Ankara’ya Anadolu valisi olarak tayin etti. Fatih Sultan Mehmed Han, tahta çıkınca o zaman Anadolu beylerbeyi olan İsa Beyi bu görevden alarak yerine İshak Paşayı tayin ettikten sonra beyliğin merkezi Kütahya’ya taşındı. Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadeleri Bayezid ve Selim’in Kütahya’yı idare ettikleri 1550-1558 ve 1562-1566 seneleri arasında Anadolu eyaletinin merkezi tekrar Ankara oldu.
Sultan İkinci Bayezid devrindeki kayıtlara göre, Anadolu eyaletinin aşağıdaki on yedi sancaktan meydana geldiği görülmektedir: Kütahya, Saruhan (Manisa ve yöresi), Hüdavendigar (Bursa ve çevresi), Aydın, Menteşe (Muğla ve çevresi), Bolu, Hamid (Isparta ve çevresi), Ankara Kengırı (Çankırı ve çevresi), Kastamonu, Karahisar-ı sahip (Afyon ve çevresi), Kocaeli (İzmit ve çevresi), Biga, Karesi (Balıkesir ve çevresi), Sultanönü (Eskişehir ve çevresi), Alaiye (Alanya ve çevresi), Teke (Antalya ve çevresi).
Anadolu eyaleti, 16. asrın sonlarına kadar on yedi sancağını muhafaza etmiştir. Daha sonra üç sancağı başka yerlere bağlanmıştır. Önce Alaiye sancağı Kıbrıs eyaletine, daha sonra Biga ve Kocaeli sancakları ayrı zamanlarda Kapdan Paşa eyaletine bağlanmıştır.
İkinci Bayezid Han devrinde yapılan tahrirlere göre, Anadolu eyaletinde 103’ü zaim ve 7.500’ü sipahi olmak üzere 7.603 timar sahibi vardı ve 5.372 cebelü ile birlikte bu sırada Anadolu beylerbeyinin emri altında savaşa iştirak edebilecek sipahi adaylarının mevcudu 12.975 civarında idi. Kanuni Sultan Süleyman devrinde yapılan tahrirlere göre, Anadolu eyaletinde 160 kaza, 154 nefs-i şehir ve kasaba, 12.527 köy, 1887 cemaat bulunmakta idi. 1560-1580 seneleri arasında 5.372 olan cebelülerin sayısı 10.025’i bulmuştur. Bu da timar sahiplerinin harbe götürmek mecburiyetinde olduğu cebelü adedinin büyük ölçüde arttığını göstermektedir. Anadolu eyaletinin sancak sayısı on dörde indirildiğinde 298’i zeamet ve 7.188’i timar olmak üzere 7.486 kılıç timar sahibi bulunuyordu.
1609 senesinde on dört sancaklı Anadolu eyaletinde 195 zeamet, 7166 timar olmak üzere toplam 7.311 kılıç ve cebelüleri ile beraber 17.000 asker bulunuyordu. On yedinci asırda ve daha sonraki asırlarda eyalet teşkilatı değişinceye kadar durum bu şekilde devam etmiştir. Anadolu eyaleti, 1825’te çok küçülmüş, yine Kütahya merkez olmak üzere Afyonkarahisar, Sultanönü ve Ankara’dan ibaret kalmış, hatta kısa bir süre sonra Afyon da hariç bırakılmıştır. Eyalet, 1864’te idari teşkilatta yapılan değişikliklerden sonra vilayetlere ayrıldı.
Asâkir-i Mansüre-i Muhammediye Sultan İkinci Mahmud’un, Yeniçeri Ocağı'nı ortadan kaldırmasından sonra, bu teşkilatın yerine tesis edilen ordunun adı.
Sultan Mahmud Han, bir anarşi yuvası haline gelen Yeniçeri ocağını, 1826’da Ağa Hüseyin Paşanın da desteğiyle lağvetti. Bu durum, Osmanlı tarihinde “Vak’a-i Hayriye” adıyla anıldı. Lağvedilen ordunun yerine Peygamber efendimizin adına izafeten “Asakir-i Mansure-i Muhammediye” teşkilatını kurdu. Ağa Hüseyin Paşayı serasker unvanıyla bu teşkilata komutan tayin etti. 7 Temmuz 1826’da, bu teşkilata ait bir kanunname hazırlattı.
Bu ordunun teşkilatlanmasına, ilk olarak İstanbul’da, “tertip” adı verilen sekiz alayın kurulmasıyla başlandı. Sekiz alayın ikisi Serasker kapısında, diğer altı alay ise, o zamanlar inşası devam eden Davud Paşa ve Üsküdar kışlalarındaki barakalarda iskân edildi. Hazırlanan nizamnameye göre kimliği belirsiz kimselerle, dönmeler bu teşkilata alınmayacaktı. Şartları elverişli ve yaşları on beş ile otuz arasında bulunanların kaydı yapıldı. On beş yaşından küçük olanlar için, Şehzadebaşı’ndaki eski Acemi Ocağı kışlası, talimhane olarak tahsis edildi.
Yeni ordunun ilk mevcudu 12.000 kişi olup, 1500’er kişilik sekiz tertibe ayrılmıştı. Mevcut sekiz tertibin hepsine birden kumanda eden bir baş binbaşı vardı. Her tertibin mevcudu binbaşı, kolağaları (yüzbaşı), topçubaşı, arabacıbaşı, mehterbaşı, imamlar, hekim, cerrah vb. ile beraber 1527 kişiyi buluyordu. Her tertip, “saf” adıyla on beş kısma taksim olunup, her biri yüzbaşıların kumandasında idi. Ayrıca her safta bir de top bulunurdu. Bu toptan topçubaşı sorumlu idi. Yüzbaşının rütbe olarak altında iki yüzbaşı mülâzımı (teğmen), bir sancaktar, bir çavuş ve onbaşı bulunurdu.
Bu sistem, 1828’de değişikliğe uğrayıp, tertip tabiri Alay’a, saf tabiri de Bölük’e çevrildi. Bu süre içinde teşkilat büyüdü ve iki alaya bir Mirliva (tuğgeneral) kumanda etmeye başladı. Ordu, aynı zamanda, Üsküdar ve İstanbul olmak üzere ikiye ayrılıp, her kısmın başına Ferikler (korgeneral) tayin edildi. Yeni ordunun, seraskerlikten sonra gelen en yetkili makamı Asakir-i Mansure nezaretiydi. Ordunun maaş gibi işlerinden, nazır mesuldü. Yeni ordunun giderleri, Mansure hazinesi adıyla kurulan ve yeni gelir kaynakları olan bir hazineden sağlanırdı.
Asakir-i Mansure ordusunun kuruluşundan iki sene sonra, Rusya ile savaş başlamasına rağmen, ordunun teşkilatlanmasına devam edildi. 1834’te, ordunun subay ihtiyacını karşılamak üzere Harbiye Mektebi açıldı ve Avrupa’ya talebe gönderildi. Aynı sene Asakir-i Mansure tabiri yerine, Asakir-i Nizamiye denildi ve bu tabir uzun süre kullanıldı. 1836’da, şimdiki askeri teşkilatımızda olduğu gibi, belirli bir süre askerlik hizmeti yapılmasını öngören “Redif” teşkilatı kuruldu. 1879’da seraskerliğin yerini harbiye nezareti aldı ise de, 1884’te tekrar seraskerliğe döndürüldü. 1908’de ise harbiye nezareti, kesin olarak seraskerliğin yerini aldı.
Asesler (Ases Teşkilatı) Osmanlı Devleti'nde, şehirlerde geceleri dolaşan güvenlik kuvveti.
Ases teşkilatı, İlhanlılardan Selçuklulara, oradan da Osmanlılara geçti. Bu teşkilata, İlhanlılar Devletinde “emaret-i ases” denirdi. Osmanlılarda Fatih Sultan Mehmed döneminde kurulan aseslik teşkilatının başında, Yeniçeri Ocağı'nı meydana getiren ortalardan yirmi sekizinci ortanın çorbacısı bulunurdu. Bu çorbacıya, asesbaşı denirdi. Bugünkü manâda emniyet müdürüne karşılık gelmektedir.
Asesbaşı idaresindeki asesler, geceleri, asayişi temin etmek için dolaşırlar, yasak yerlerde rastladıkları şüpheli kişileri yakalarlar, kimliklerini soruştururlar, suçlu olanları cezalandırırlardı. Suçsuz olanları ise, yasak yerlerde dolaştıklarından ötürü para cezasına çarptırırlardı. Yeniçeri ağasının yakaladığı kimselerin hapsi ile asesbaşı ilgilenirdi. İstanbul içindeki Tomruklar ile Babacafer zindanları da asesbaşının emri altındaydı.
Asesbaşı, merasimlerde ve kapıkulu ocaklarının sefere çıkışlarında, beş yüz kadar olan maiyeti ile yolun iki tarafına dizilerek düzeni sağlardı. Vezir-i azam divanında ve vezir-i azamın İstanbul’da kol gezdiği zamanlarda, bir kısım asesiyle birlikte asesbaşı da bulunurdu. Narh denetiminde subaşıyla birlikte sadrazama yardımcı olurdu. Yeniçerilere ulufe dağıtımına, Muhzır Ağa ile birlikte müşahit olarak katılırdı. Elçi karşılama ve kabul resimlerinde, protokolde yer alırdı.
Asesbaşı, başına yeşil çuhadan çatal kalafat, arkasına zağra yakalı ve yeşil divan kürkü, bacağına ak çakşır, ayağına da sarı yemeni giyerdi. Devlet merkezi olan İstanbul’da, biri Galata’da diğeri Suriçi’nde olmak üzere iki asesbaşı vardı. Fakat, Suriçi Asesbaşısı üstün dereceliydi. Asesbaşı, Babıali’de bulunduğu için, kendisinin yeniçeri ağası dairesinde bir emir eri bulunurdu. Yeniçeri ağası, asesbaşına bu emir eri ile emir gönderirdi. Diğer şehir ve kasabalarda da, ases adı altında emniyet teşkilatı ve buna ait vergiler vardı.
Aşiret Mektebi İkinci Abdülhamid Han tarafından 1892’de aşiret çocuklarının eğitimi için İstanbul’da açılan mektep.
On sekizinci ve 19. yüzyıllarda, batılı büyük devletler, İmparatorluk dışındaki İslam cemiyetlerini siyasi ve ekonomik hakimiyetleri altına almışlardı. Osmanlı devlet adamları, emperyalist batı tehlikesinin İmparatorluğa yaklaştığının farkındaydılar. Bilhassa milliyetçilik propagandası etkisinde kalabilecek, İmparatorluğun merkezinden uzak ve İngiliz menfaatlerinin büyük olduğu, Araplarla meskûn bölgeler için tehlike mevcuttu. İşte, Sultan İkinci Abdülhamid Han, bu tehlikeleri önlemek ve aşiretlerin yoğun ve hakim olduğu bölgeleri muhafaza etmek için, bunların reislerinin ve ağalarının çocuklarını, Osmanlı kültürüyle yetiştirerek devlete ve saltanata bağlamak maksadıyla, Aşiret Mektebi açılmasını faydalı buluyordu. Ayrıca bu fikrin gerçekleşmesi sonucunda, büyük bir kısmı aşiret halinde yaşayan ve Arapça konuşan halk, tek otorite olarak halifeyi tanımış ve ona itaat etmiş, dolayısıyla ülkede din birliği temin edilmiş olacaktı. Nitekim bu gaye ve düşüncelerle nizamnamesi ve programı hazırlanan Aşiret Mektebi, 21 Eylül 1892 tarihinde açıldı. Mektebe ilk olarak Halep, Bağdat, Suriye, Musul, Basra, Diyarbekir, Trablusgarp vilayetlerinden ve Kudüs, Bingazi ile Zur sancaklarından dörder talebe alındı. Bu çocukların, kabiliyetli ve muteber ailelerin çocukları olması ve 12 ile 16 yaş arasından seçilmesi şart koşuldu. Bunlar, fevkalade bir ihtimamla yetiştirildiler. Daha sonraki senelerde sayıları arttırıldı. İki yıllık öğretim programı, daha sonra beş yıla çıkarıldı. Kur’an-ı kerim, fıkıh, ilmihal gibi din bilgileri yanında, zamanın fen bilgileri, Fransızca, Türkçe, coğrafya, tarih, edebiyat ve askerî dersler okutuldu.
Aşiret mektebine başlangıçta sadece Arap aşiret reislerinin çocukları alınırken, sonraki yıllarda, Doğu Anadolu ve Arnavutluk bölgelerindeki aşiret çocukları da kabul edilmeye başlandı. Böylece mektep, bütün aşiretlere hitap eder duruma geldi. Aşiret mektebinden mezun olan çocuklar, Harbiye ve Mülkiye mekteplerine gönderildiler. Bu mektepte yetişen aşiret çocukları, aşiretlerine döndükleri ve aşiret reisi olduklarında, içinden yetiştikleri halkın, Osmanlı Devletine sadakatini temin ettiler. Aşiret Mektebi, 1907 senesinde o günkü siyasi fikir ve akımların tesirine girmesi sebebiyle kapatıldı.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 7:47 pm | |
| Âyan Meclisi Osmanlı Devletinde, 23 Aralık 1876’daki Kanun-i Esasi’ye göre, Mebusan Heyeti ile birlikte Meclis-i Umumi’yi meydana getiren heyet. Hey'et-i Âyan da denilmektedir.
Hey’et-i Ayanın üye sayısı Hey’et-i Meb’usanın üye sayısının üçte birini geçmezdi. Ayan olabilmek için, eserleriyle, hizmetleriyle tanınmak ve kırk yaşını doldurmak gerekliydi. Hey’et-i Ayana giren bir üyenin üyelik hakkı, hayatı boyunca devam ederdi. Meb’usan Hey’eti toplanmadıkça, Ayan Hey’eti de toplanamazdı. Fevkalade hallerde, padişahın isteği veya mebusların salt çoğunluğunun yazılı isteği ile, meclis, vaktinden önce açılabilirdi. Ayan Heyeti, Mebusan Heyetince kabul edilip kendisine gönderilen kanun ve bütçe tasarılarını madde madde inceler, uygun olmayan maddeleri tespit ederek, düşüncesini belirtirdi. Burası da, ya tamamen reddeder veya değiştirir, yahut düzeltilmesi için Mebusan Heyetine geri gönderirdi. Kabul ettikleri tasarıları tasdik ederek sadrazama gönderirlerdi.
İlk Ayan Heyeti, 19 Mart 1877 günü, Sultan Abdülhamid Han tarafından Dolmabahçe’nin büyük salonunda meclisin açılması ile vazifeye başladı. Padişah tarafından tayin edilen bu heyetin, 27 üyesi vardı. Ayan Heyeti çalışmalarına bir sene kadar devam etti. Mebusan Meclisinin faaliyeti, bu meclisin çoğunluğunun, Türk olmayan azınlıkların elinde olması sebebiyle, 13 Şubat 1878 tarihinde Sultan Abdülhamid Han tarafından durdurulunca, Ayan Heyeti, İkinci Meşrutiyet'in ilanına kadar (1908), herhangi bir vazife görmedi. Fakat, üyeleri hiçbir göreve tayin edilmediler ve normal maaşlarını aldılar. İkinci defa meclis açıldığı zaman, bu heyetten, hayatta yalnız üç kişi kalmıştı. Kanun-i Esasi’de 1909’da yapılan değişikliklerle, her konuda yasa teklifi yetkisini elde eden Ayan Meclisinin hukuki varlığı, Osmanlı Devletinin ortadan kalkmasıyla son buldu.
Azaplar (Azap Teşkilatı) Anadolu beyliklerinde, donanma hizmetinde kullanılan asker. Osmanlı teşkilatında hafif yaya askeri. Azab, Arapça'da evli olmayan, bekâr erkek demektir.
İlk azab teşkilatını, Aydınoğlu Umur Bey İzmir’de kurdu. Umur Bey, Latinlerle yaptığı çarpışmalarda, azab denilen donanma askerlerinden çok faydalandı. Osmanlılarda ise, henüz Yeniçeri Ocağı kurulmadan önce, azab teşkilatı mevcuttu. Azablar, Anadolu’dan toplanmış dinç ve kuvvetli Türk gençlerinden meydana geliyordu. Bunlar; yaya, kale ve donanma azabları olmak üzere üç sınıftı.
Yaya azabları, harp vukuunda, ihtiyaca göre 20 veya 30 haneden bir kişi alınmak suretiyle toplanırdı. Diğer haneler de, seçilen bu azabların masraf ve iaşelerini karşılamakla mükellef tutulurdu. Askerden kaçmaması için, her azabın bir kefili vardı. Kaçtığı takdirde masraf bu kişiden alınırdı. Azablar, vergiden muaftılar. Kara savaşlarında düşmanın ilk saldırısını karşılamak, azabların vazifesiydi. Düşmanı ilk önce ok yağmuruna tutan azablar, göğüs göğüse harbe girdiklerinde, belli bir plan dahilinde iki yana açılırlar ve düşmanı topçu kuvvetleri ile karşı karşıya bırakırlardı. İşte bu anda Osmanlı topçusunun seri atışı sonunda, düşmana öldürücü darbe indirilmiş olurdu.
Azabların Muharebe esnasında sayıları belirli olmayıp, düşmanın durumuna göre çok veya az olurdu. Ankara muharebesinde ve İstanbul’un fethinde 20.000 azab vardı.Otlukbeli savaşında, Anadolu azabları 20.000 ve Rumeli azabları 10.000 kişiydi. Azablar, kırmızı börk giyerlerdi. Silahları ise ok, yay ve omuzda asılı pala ile kalkandan ibaretti. Bazen da mızrak, yani kargı taşırlardı. Yaya azabları, ilk dönemlerden 16. asır ortalarına kadar, savaşlarda büyük hizmet verdiler.
On beşinci asrın başlarında azablar, Osmanlı Bahriye teşkilatında da kullanılmaya başlandı. Bahriye azabları kabiliyetlerine göre, kaptanlığa kadar yükselme imkânına sahiptiler. Bunların yedi-sekiz tanesi bir bölük sayılır ve bölükbaşısına “reis” denilirdi. Reisliğe ise “badhani” denilen yelkencilikten geçilirdi. Reisten sonra odabaşı ve aşçıbaşı gelirdi. Reis aynı zamanda gemi süvarisi olunca “vardiyan-başı” denilirdi. Süvari olan reis, daha sonra kaptan olurdu. Ayrıca bölüksüz reis sınıfı vardı. Kıdemli yelkencilerin terfi sırası geldiğinde, boş bölükbaşılık bulunmazsa, bunlara bir rütbe olarak reislik, yer açılınca da bölüklü reislik verilirdi. Deniz azabları arasında, 150 kadar bölüksüz reis bulunurdu. Bahri azablarının bir kısmı tersanede, bir kısmı da gemilerde hizmet ederlerdi. Gemilerde bulunanlara “Azaban-ı donanma”, tersanedekilere de “Azaban-ı tersane” denirdi. Azabların, tersane yanında bir kışlaları vardı. Bugün buraya, Azapkapı denilmektedir.
Ayrıca, hudut kalelerinde yaya azablarından teşkil olunan bir azab birliği görev yapardı. Kale içinde oturan bu askerlerin bir kısmı ulufeli (maaşlı), bir kısmı timarlıydı ve her kalede belli bir değişmez sayıda idiler. Ulufeli azab lâyık görülürse, timarlı olurdu. Azab teşkilatı, Sultan İkinci Mahmud Han döneminde kaldırıldı.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 7:49 pm | |
| B
Bâbıâlî Osmanlı Devletinin son döneminde sadrazamlık makamına ve hükümete verilen ad. Babıali "yüce kapı" manasına gelmektedir. Osmanlılarda "kapı" kelimesinin yanısıra aynı anlama gelen Farsça "der" ve Arapça "bab" kelimeleri "padişah ve sadrazam sarayı, devlet ve hükümet dairesi" manasında kullanılmıştır. İslam ve Türk tarihinde birliğin ve kuvvetin temsilcisi olarak kabul edilen devletin ve hükümetin merkezleri yüksek ve yüce olarak bilinmiş, dolayısıyla buralara aynı manada olmak üzere Dergah, Bab-ı Saray, El-Bab-üs-Sultaniye, Bab-ı Hümayun, Bab-ı Ali, Bab-ı Asafi ve Paşa Kapısı gibi isimler verilmiştir.
Osmanlılarda İstanbul başkent oluncaya kadar devletin bütün işleri padişah saraylarında görülürdü. Padişahın başkanlığında devletin ve halkın işlerine "divan" denilen bir mecliste bakılırdı. Divan Osmanlıların ilk kuruluşundan beri vardı. Fatih Sultan Mehmed, çıkardığı Kanunname'yle bunu esaslara bağladı. Önceleri padişahlar divana başkanlık ederken bu görev sadrazamlara geçti. Ancak mühim kararlar alınacağı zaman yine padişahlar divana katılır ve başkanlık yaparlardı. Bu durum 17. yüzyılın ikinci yarısına kadar devam etmiştir.
Sadrazam başkanlığındaki teşkilata önceleri Vezir Kapısı, Bab-ı Asafi ve Paşa Kapısı gibi isimler verilmiş 18. yüzyılın sonlarında ise Babıali denilmeye başlanmıştır. Paşa Kapısı sadrazamın oturduğu yere göre İstanbul'un çeşitli semtlerine taşınmıştır. Genellikle Mahmudpaşa, Gedikpaşa, Atmeydanı, Yerebatan semtlerinde bulunmuştur. 17. asırdan itibaren Paşakapısı'nın Alayköşkü'nün karşısına taşınması ve istisnalar hariç sadrazamların burada oturmalarıyla Babıali olarak bilinen yer ortaya çıkmıştır. Bu mahalde ilk konağı, Sultan Birinci Ahmed'in sadrazamlarından Derviş Paşa yaptırmıştır. Sadrazam Halil Paşa da, Alayköşkü karşısında şimdiki Başbakanlık Arşivi binasının bulunduğu yerde bir saray inşa ettirmiştir. Bunu sonradan Sultan Dördüncü Mehmed tamir ettirip düzelttikten sonra, Sadrazam Derviş Mehmed Paşaya hediye etmişti. Sonra da Paşa Kapısı için burada karar kılınmıştı.
1830'larda nezaretlerin kurulmasına kadar Babıali'nin çalışma düzeni kendine has bazı özellikler taşımaktadır. Bu dönemde sadrazamın yardımcısı sıfatıyla Babıali'de Sadaret Kethüdası, Reisülküttab ve Çavuşbaşıya bağlı üç büyük daire mevcuttu. Kethüdanın Babıali'deki dairesi Alay Köşkü karşısındaki büyük kapının üzerindeydi. Kethüda daha çok dahili işlerle uğraşırdı. Vilayetlere giden yazılar ve gelenlerin cevapları burada hazırlanır, incelenir, asılları gönderilir, suretleri ise defterlere kaydedilirdi. Bugün Başbakanlık Osmanlı Arşivinde Kethüda Kalemine ait binlerce belge bulunmaktadır. Reisülküttab ise Sadaret Teşkilatındaki yazışmaları idare ederdi. Kendisine bağlı beylikçi, tahvil ve ruus kalemleri adıyla üç büro bulunmaktaydı. Suçluların yakalanması ve cezalandırılması gibi adli işleri ise Çavuşbaşı idare ederdi. Çavuşbaşı sadrazama verilen arzuhalleri ya bizzat kendisi inceler veya tezkirecilere inceletirdi. Sonra bunları ilgili mahkemelere havale ederdi. Çavuşbaşının emri altında 600'den fazla çavuş görev yapardı. Babıali'de üst düzeydeki bu üç görevliden sonra ikinci derecede büyük ve küçük tezkireciler, mektupçu, beylikçi, teşrifatçı ve kahya katibinin oluşturduğu altı müsteşar gelmekteydi. Daha sonra bu memur kadrosu Osmanlı bürokrasisini teşkil edecek tarzda genişletilmiştir.
Nitekim 1830'lardan sonra nezaretlerin kurulmaya başlanmasıyla Babıali yavaş yavaş yeni teşkilat ve çalışma dönemine girmiştir. Bilhassa 1838'de teşkil edilen Meclis-i Vala'yı Ahkam-ı Adliyye ile Dar-ı Şura-yı Babıali adlı iki meclis Babıali'nin gelişmesinde ve çalışmalarında önemli bir merhaleyi gerçekleştirmişlerdir. İdari, adli ve askeri sahada Dar-ı Şura'da alınan kararlar Meclis-i Valaya giderdi. Burada görüşülüp kabul edilenler ise sadrazam tasvibinden sonra padişahın tasdikiyle kesinlik kazanırdı. Tanzimatın ilanı ile bu iki meclis birleştirildi ve Babıali'deki yeni binasına taşındı. Çalışmalarına burada aralıksız devam eden yeni meclis, 1854'te Meclis-i Ali-yi Tanzimat ve Meclis-i Ahkam-ı Adliyye olarak tekrar ikiye ayrıldı. 1861'de yeniden birleştirildi ise de 1868'de Şura-yı Devlet ve Divan-ı Ahkam-ı Adliyye adlarıyla yeniden ikiye ayrılarak son şeklini aldı. Şura-yı Devlet idari işlere, Divan-ı Ahkam-ı Adliyye ise yargı işlerine bakmaya başladı.
1847 yılından itibaren yayınlanmaya başlayan devlet salnamelerine göre Babıali heyeti adı altında sadaret Dairesi, Şura-yı Devlet, Dahiliye Nezareti, Hariciye Nezareti yer almaktadır.
Babıali'de memurlar sabahları gün doğumunda işe başlar, akşamdan bir saat önce işlerinden ayrılırlardı. Ne suretle olursa olsun, izinsiz iş yerlerinden ayrılmaları yasaktı. Babıali'yi en çok meşgul eden konular iç ve dış siyasi meselelerdi. 19. asırda merkez ve eyalet teşkilatında pekçok değişiklikler yapılmıştı. Bu düzenlemelerin yanında eyaletlerin ekonomik durumundan, etnik ve dini yapısından kaynaklanan pekçok problemleri mevcuttu. Babıali her konuda uzmanların raporlarına dayanarak çeşitli ıslahatlar yapardı. İhtilaflı yerlere uzun veya kısa vadeli müfettişler gönderilerek huzursuzluk hakkında bilgi alınır ve ona göre tavır konulurdu. Gayri müslim cemaatlerin meseleleri de Babıali'yi en çok meşgul eden meselelerden biri olmuştur. Diğer taraftan 18. asrın sonlarından itibaren diplomasinin öneminin artması ve Osmanlı Devletinin sık sık Batının ültimatomlarına maruz kalması dış meselelerin artmasına da yolaçmıştır. Bilhassa Fransa, İngiltere ve Rusya'nın Osmanlı Devletinin iç işlerine karışması Babıali'yi rahatsız etmiş ve çeşitli diplomatik yollarla cevap vermeye zorlamıştır. Bu tür yabancı müdahaleler Babıali'yi zaman zaman güç durumlara düşürmüş ise de devlet olmanın tecrübesinin artması ve onların dış siyasette olgunlaşması gibi neticelere de sebep olmuştur. Halkın davalarının dinlenmesi de Babıali'nin önemli işlerinden biridir. Tanzimat öncesi dönemde sadrazamın huzurunda huzur mürafaası adıyla bakılan davalar vardı. Babıali'de sadrazam divanında cuma günü Rumeli ve Anadolu kazaskerleri, çarşamba günleri ise İstanbul kadısı halkın şikayetlerini dinlerdi. 1838'de ise Dahiliye Nezareti işlerinin başvekalete devredilmesi ve dolayısıyla muamelatın artması üzerine huzur mürafaaları Babıali'den Bab-ı Meşihata nakledilmiştir.
Sultan Abdülmecid ve Sultan Abdülaziz Han devirleri Babıali'nin devlet idaresinde tamamen nüfuz sahibi olduğu bir devreyi teşkil eder. Bu devreden sonra devlet idaresi padişahların eline geçmiş ve İkinci Meşrutiyete kadar bu idare tarzı devam etmiştir.
Osmanlı Devletinin yıkılması ile birlikte Babıali'nin bulunduğu bina Büyük MilletMeclisi Hükümetinin İstanbul Mümessilliğine tahsis edilmiş, sonra da bugün olduğu gibi İstanbul Valiliğine verilmiştir.
Baltacılar (Zülüflü Baltacılar) Osmanlı devlet teşkilatında, sarayların muhafız kıt’alarına verilen isim. “Teberdaran” ismi de verilen bu teşkilata devşirmelerden seçilen kimseler alınırdı. Osmanlı Devletinin klasik döneminde baltacılar, Zülüflü Baltacılar (Topkapı Sarayındaki Baltacılara mahsus isim), Eski Saray, Galata Sarayı İbrahimpaşa Sarayı ve Edirne Sarayı olmak üzere beş ocak halinde teşkilatlanmışlardı.
Sultan İkinci Murad zamanında kurulan bu teşkilata acemi oğlanların güçlü, kuvvetli ve iri cüsseli olanları alınırdı. Önceleri nakliye ve istihkam sınıfı olarak vazife görmüşler, Fatih Sultan Mehmed devrinde ise saray muhafazasına alınmışlardır.
Devşirme usulü devam ettiği müddetçe, acemi ocağından çıkmalar yapılırken, diğer ocaklarla beraber Baltacılar Ocağına da acemi oğlanı verilirdi. Burada yetiştikten sonra, ya hizmete devam ederler, ya kapıkulu süvarisi veya yeniçeri ocağına geçerlerdi. Diğerlerine göre daha imtiyazlı bir ocak olan Zülüflü Baltacıların çıkmaları, Sipahi ve Silahdar bölüklerine olurdu. Galata ve İbrahimpaşa Sarayı teşkilatları bozulduktan sonra (1675), Baltacılar; “Zülüflü” ve “Eski Saray Baltacıları” olmak üzere yeniden teşkilatlandırılmışlardır.
Zülüflü Baltacılar, Topkapı Sarayının orta kapısı dahilindeki koğuşlarında yatarlardı ve "çiniden yukarı yatan" ve "çiniden aşağı yatan"lar olmak üzere iki gruptu. Zülüflü Baltacıların mutat vazifelerinden biri, ayda bir kere Topkapı Sarayı Haremine odun taşımaktı. Enli ve yüksek yakalı dolama giydikleri ve başlıklarının yanlarında yünden zülüf sarkıttıkları için bunlara “Zülüflü Baltacı” ismi verilmiştir.
Zülüflü Baltacıların diğer vazifeleri arasında bayram ve cüluslerde padişahın tahtını Babüssaade’nin önüne getirmek, arkasında nöbet tutmak, padişahın haremiyle beraber sayfiyeye gidişinde eşyasını taşımak, her sene Sultanahmed Camiinde okunması adet olunan mevlid sırasında orada bulunanlara şerbet, gülsuyu ve buhur dağıtmak, harb esnasında da 30 Zülüflü Baltacının sancak-ı şerif altında Kur’an-ı kerim okuması sayılabilir. Ayrıca padişah mutfağının aşçıbaşılığı ve yamaklığı vazifesini de yaparlardı. Darüssaade Ağası, Silahdar Ağası, Hazine Kethüdası, Seferler Kethüdası gibi enderun amirlerinin hizmetinde de birkaç Zülüflü Baltacı bulunurdu.
Zülüflü Baltacıların amirlerine verilen isimler zaman içinde teşkilatta yapılan değişikliklerle farklı şekilde ortaya çıktı. En büyük zabiti Baltacılar Kethüdası idi. Bundan başka, ağa, katib, ser-oda kethüdası ve baltacılara ders okutan hoca vardı.
Zülüflü Baltacıların sekizi bıçaklı-eski baltacı olup, bunlar kıdemce yüksektiler ve sırma kuşak takarlardı. Bıçaklı-eskilerden sonra mülazimler gelirdi. Mülazimler bıçaklı-eskiliğe namzed demekti. Bütün baltacıların bellerinde siyah sahtiyandan enli kemer ve başlarında 30-33 cm yüksekliğinde tepesi yassı deve tüyü külah bulunur ve iç fesin kırmızı rengi iki parmak kadar görünürdü. Üzerlerine giydikleri dolamanın (kaput) rengi ise 18. asırda kırmızı, yeşilken sonradan lacivert olmuştur.
Zülüflü Baltacılar Ocağı, Sultan Üçüncü Mustafa Han devrinde kaldırılmışsa da, Sultan Birinci Abdülhamid Han zamanında tekrar ihdas edilmiştir.
Eski Saray Baltacıları ise, İstanbul Üniversitesinin bulunduğu arazideki Eski Sarayın Mercan Yokuşu tarafındaki kapısındaydı. Bunlar Bayezid Camiinde ders görürler, içlerinden kabiliyetli olanlar, Darüssaade Ağasının nezaretindeki Haremeyn evkafı yazıcılığıyla Darüssaade Ağasının hususi katipliğini yaparlardı. Buradan yetişip hacegan olan ve sadrazamlığa kadar yükselenler dahi olmuştur.
Baruthane Osmanlı ordusunun ve donanmasının ihtiyacı olan barutun üretildiği yerlere verilen ad.
İlk baruthane, Sultan İkinci Bayezid Han devrinde İstanbul'da Atmeydanı'nda kuruldu. On yedinci yüzyılda İstanbul'un Ayasofya, Kâğıthane, Şehremini ve Unkapanı gibi birçok semtinde baruthaneler ve barut mahzenleri açıldı. İstanbul'un dışında Selanik, Gelibolu, İzmir, Konya, Trablusşam, Van, Belgrad ve Bağdat'ta da baruthaneler tesis edildi. Ayrıca Güneydoğu Anadolu'da, Sivas ve Malatya yörelerinde güherçile kalhanelerinde basit usullerle barut üretildi.
Yeniçeriler, ateşli silahlar kullanmaya başlamadan önce, barut, yalnızca Cebeci Ocağı'nın ihtiyacı için kullanılıyordu. Cebeci Ocağından Serbaruti (Barutçubaşı), baruthane nazırlığı yapıyordu. Yeniçerilere tüfek verilmesinden sonra, Yeniçeri Ocağı'nda da Barutçubaşı idaresinde bir barutçu birliği kuruldu. On sekizinci yüzyıla kadar, tüfekotu veya fitilotu denen ve basit usullerle üretilen barutun iyileştirilmesi ve baruthanelerin modernleştirilmesi için Hollanda ve İngiltere'den uzmanlar getirtildi. Yapılan incelemeler ve hazırlıklar neticesinde, İstanbul'daki bütün eski tesisler kapatılarak, 18. yüzyılın ortasında Bakırköy'de Baruthane-i Âmire kuruldu. Gelibolu ve Selanik baruthaneleri de buraya bağlandı. Barut yapımı ve perdahı için, Cebeci Ocağında Özel bir uzmanlık sahası geliştirildi. Buradan yetişen barutçuların sayısı 300 civarındaydı. Kurumun idaresi, Baruthane-i Âmire Emîni denilen, yüksek rütbeli bir kimse tarafından yürütülüyordu. Hesap işleri de Muhasebe-i evvele (Baş Muhasebe) bağlı, Baruthane-i Âmire hazinesince yürütülüyordu.
Askerî sahada köklü yenilikler yapmayı tasarlayan Sultan Üçüncü Selim Han, baruthanelerin ıslahını ikinci defa ele aldı. Onun zamanında baruthaneler, tek idare altında birleştirilerek Baruthaneler Nazırlığı kuruldu. Avrupa'dan gelen uzmanlar aracılığıyla, Bakırköy Baruthanesi bir defa daha modernleştirildi. Küçükçekmece'nin Azadlı köyünde Azadlı Baruthanesi adıyla, eski güç kaynakları yerine su gücüyle işleyen yeni bir tesis kuruldu. Gelibolu ve Selanik baruthaneleri kapatıldı. Baruthaneler, on dokuzuncu yüzyılın başında döner sermayeli ve yarı özerk bir kurum niteliği kazanarak, 1826'da Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonra, Tophane Nezaretine bağlandı.
Beylerbeyi Osmanlı devlet teşkilatında eyayet idaresinden mesul askeri ve mülki yetkiler taşıyan en yüksek görevli. On dördüncü yüzyıl boyunca beylerbeyi, Osmanlı Devletinde taşra kuvvetlerinin kumandanı ve çeşitli sancaklara dağılmış beylerin topluca amiri durumundaydı. Dolayısıyla belli bir bölge ile doğrudan doğruya münasebeti yoktu. İlk defa olarak Sultan Birinci Murad zamanında Lala Şahin Paşa Rumeli Beylerbeyi olarak tayin edildi. Edirne ise, beylerbeyliğin ilk merkezi yani Paşa sancağı oldu. Daha sonra bu beylerbeyliğe ilave olarak 1393’te Anadolu, 1413’te ise Rum (Amasya, Tokat, Sivas) ve daha sonra Karaman beylerbeylikleri kuruldu.
On altıncı yüzyılın ilk yarısında Osmanlı Devletine geniş yeni toprakların ve ülkelerin katılmasına kadar yeni devletin ilk iki yüz yıllık gelişmesinde bu dört beylerbeyliğin önemi çok büyük oldu. On beşinci yüzyıl beylerbeyi beratlarına göre bunların görevleri şu şekildedir: Eyaletindeki bütün devlet işlerinde sultanın temsilcisi olarak beylerbeyi, divanında askeri zümresine dair çeşitli meseleleri halletmek. Bölgesinde emniyeti sağlamak. Timarlıların atanma ve terakkileri ile belli bir miktara kadar timar tevcih işlemlerini yürütmek. Beylerbeylerinin bu genel otoritelerine karşı bölgelerinde bir sancağın kendilerine ayrılmış olması dolayısıyla normal idarede bunlar da birer sancak beyi sayılabilirler. Ayrıca bölgelerindeki sancak beylerinin tayinlerinin doğrudan doğruya merkezden yapılması ve sancak beylerinin idarede ve seferlerde yine sultanın emriyle ayrı olarak görevlendirilebilmeleri beylerbeylerinin otoritelerini sınırlandırmaktadır.
On yedinci yüzyılda ise sancakbeyi tayinlerinde beylerbeyilerin (eyalet valilerinin) daha fazla sözü geçmeye ve bazı tayinler bunların tavsiyesiyle yapılmaya başlandı. Ancak geçen süre zarfında beylerbeyilerin sayıları da arttığından eski kıymet ve itibarları kalmadı. Eyaletlerin kaldırılması ile, vilayetlerin teşekkülü ve buralara valilerin tayin edilmesi ile beylerbeylik bir ünvandan ibaret kaldı.
Klasik devirde Osmanlı Devletindeki beylerbeylikler şunlardır: Rumeli, Cezayir, Budin, Temaşvar, Anadolu, Karaman, Eyalet-i Rum, Haleb, Şam, Mısır, Yemen, Habeş, Diyarbakır, Rakka, Bağdat, Basra ve Lahza, Van, Dulkadriye, Erzurum, Kıbrıs, Cezayir-i Garb, Kefe, Tiflis, Kars, Trablus-ı Mağrib, Pelengan, Revan, Şemahi, Bosna, Kanije, Eğri, Özü, Adana, Trabzon ve Çıldır.
Bostancı Ocağı Osmanlı sarayları ile saray çevresinin ve iskelelerin asayişinden sorumlu hizmetlilerin bağlı bulunduğu ocak.
Bostancılar ocağına, devşirme suretiyle toplanan acemi oğlanları arasından, kabiliyetli olanları seçilirdi. Bu ocağa seçilenlerin eğitimleri, İstanbul ve Edirne'deki saray bahçelerinde yapılırdı. Saraylarda, camilerin inşaatına gereken malzemenin temini ve nakliyatı, bu ocağa aitti. Topkapı Sarayının odununun, İzmit'ten getirilmesinde kullanılan gemilerde, bostancılar, kürekçilik yaparlardı.
Bostancılar, zamanla askeri bir sınıf haline gelmişlerdir. Topkapı Sarayında vazife yapan 300-400 bostancı olduğu halde, şehir içinde asayişle görevli bir o kadar daha bostancı vardı. Şehir içindeki bostancılar, Üsküdar, Eyüp, Kâğıthane, Boğaziçi, Adalar, Yeşilköy, Kadıköy, Bostancı semtlerinde bulunurlardı. Bostancıların sayısı, zaman içinde değişmiştir. On altıncı asır başında 3396 iken, aynı asrın sonunda 1998, on sekizinci asırda ise 2400 kişi olmuştur.
Bostancı ocağının en büyük amiri, Bostancıbaşı idi. İstanbul etrafındaki Marmara, Karadeniz ve Haliç sahillerinin muhafazası ve inzibatı buna aitti. Sahillerde, bostancı ağasının izni olmadan yalı yapılmazdı. Bostancıbaşı, sahillerdeki bina ve yalıların mevkileriyle, kimlerin olduğuna dair mükemmel bir defter tutardı. Sahilde yaptırılan binalardan vergi alırdı.
Bostancıbaşılar, Yalı Köşkünde otururlar, resmi günlerde, padişahın atının üzengisini tutarlardı. Sarayın muhafazasından sorumlu oldukları için, görevleri çok mühimdi. Bostancıbaşılar, başlarına kırmızı renkte berata, kuşaklarına mücevherli kama takarlar; kırmızı kaftan, mavi şalvar, ve ayaklarına yemeni giyerlerdi. Bostancıbaşılar, saray dışına tayin edildiklerinde, kapıcıbaşı veya sancakbeyi olurlardı. Vezirliğe kadar yükselenler de vardır.
Bostancıbaşıdan sonra, bostancılar kethüdası, haseki ağa, hamlacıbaşı, odabaşı, bostancı karakulağı, vezir karakulağı ile dört baltacı, bu ocağın zabitlerindendi. Bostancılar, maaşlarını, yeniçeriler gibi üç ayda bir kere alırlardı. Edirne bostancıları, Edirne bostancıbaşısının emri altındaydı. Gelibolu bostancılarının amiri, daha küçük rütbeliydi.
Yeniçeri ocağının lağviyle, Bostancı ocağı da kaldırılmıştır. Ocağın lağvı esnasında, ihtiyarları emekliye ayrılmış, gençlerinden ise sarayın muhafazasında vazifelendirilmek üzere, “Nizamiye Taburu” teşkil edilmiştir.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 7:50 pm | |
| C, Ç
Cebeci Ocağı Osmanlı askerî teşkilâtında, silâhların tedariki, muhafazası ve sefer zamanında cepheye götürülmesiyle vazifeli kapıkulu ocağı. Ocağın mensuplarına, "Cebeciler" denilmektedir.
Cebeci Ocağı, Fatih Sultan Mehmed Han zamanında kuruldu. İlk zamanlarda bu ocağın mensupları, yeniçeriler gibi, acemi oğlanları arasından seçilmekteydi. Bunlar, ocağa "şâkird" (öğrenci) sıfatıyla alınırlar, sonra asıl Cebeciler arasına geçerlerdi. Maaş defterlerinden anlaşıldığına göre Cebeciler, 59 bölük ve 37 orta bölük olmak üzere 96 odaya ayrılmıştı. Cebeci ortaları, silah yapan, tamir eden, barutları ıslah eyleyen ve harp levazımatını hazırlayan sınıflardan teşekkül ediyordu. Bunların arasında ayrı bir sınıf olarak, humbara dökücüleri, barutçular ve lağımcılar da vardı.
Cebecilerin en büyük subayına, "Cebecibaşı" adı verilirdi. Cebecibaşılık makamı boşaldığı zaman, başkethüda bu makama tayin edilirdi. Ancak bazen, Cebehâne başçavuşunun, hattâ sonraları ocak dışından da, Cebecibaşı tayin edildiği olmuştur. Cebecilerin, rütbe bakımından, Cebecibaşı ve dört kethüdadan sonra sırasıyla, cebeci başçavuşu, büyük ve orta kumandanları, odabaşıları ve küçük subaylar gelirdi. Ocağın hesap işlerine "Cebeci Kâtibi" bakardı.
Cebeciler, başlarında iki ucu omuzlarına doğru sarkan ve dört tarafı yeşil çuha olan şebkülah denilen serpuşu giyerler ve merasim esnasında bunun üzerine tüy takarlardı. Cebecilerin malûl ve ihtiyarları, ocaklarının kanunu üzere belli miktarda aylığa bağlanarak emekliye ayrılırlardı.
Cebehâne, Ayasofya Camii karşısında, son devirde yanmış olan adliye binasının yerinde idi. Burada zabit ve neferlerin odaları, silah ve sair harp malzemesi tamirhanesi ve depo bulunuyordu. Cebehâne için lâzım olan mamul ve gayri mamul bütün eşya, bu depoda bulunurdu. Yeniçerilere ait cebe (zırh) üzerlerinin kumaşları, tolga kılıfları, zırh keseleri, meşin, bakır, pamuk ipliği, keten, çelik, kayık, tüfenk maşası, Cebehâne ambarında bulunan eşyalardan bir kısmıdır. Bunlardan başka kürek, kazma ve bunların sapları, tüfenk kundağı ve diğer imal edilmiş malzemeler, hep burada bulunur ve yapılırdı. Bu eşyadan icab edenlerin, lüzumu hâlinde donanmaya ve kalelere sevkleri Cebecibaşıya aitti. Cebehâne'de levazım azaldığı zaman, bu noksanı Cebecibaşı dîvâna arz eder ve noksanlar tamamlanırdı. Yeniçeriler, devlet merkezinde bulunurlarken tüfenk taşımaları yasak olduğundan, bunların talim zamanlarında kullanacakları tüfenkleri, Cebecibaşı verir ve işleri bitince yine geri alırdı.
Kalelere silah ve cephane gönderilmesi, oradaki cephanenin muhafazası, Cebeci Ocağı tarafından gönderilmiş olan Cebecilere aitti. Bu kalelerdeki silah, cephane ve barut gibi harp levazımının muayeneleri ve işe yarayıp yaramayacağının tetkiki, Cebecibaşı tarafından yapılırdı. Kalelerde hizmet eden Cebeciler de, Yeniçeriler gibi üç sene müddetle kale hizmetinde bulunurlar ve sonra merkeze getirilip, yerlerine başkaları gönderilirdi. Bu cebecilerin başlarında, zabitleri bulunurdu.
Savaş zamanında, yeniçerilere ait harp levazımatı, Cebeciler vasıtasıyla katır ve develerle nakledilir ve harp mıntıkasına girildikten sonra, kendilerine dağıtılırdı. Ordu, savaş meydanında yerini aldığı zaman, Cebeciler, kanun üzere, ordunun merkez cephesinin gerisinde bulunurlardı.
Cebecilerin sayıları, devirlere göre artıp, eksilme göstermiştir. Kanunî devrinde sayıları 700 iken, 1570 yılında 4000, Eğri seferinde 3000, Dördüncü Murad devrinde 7000-8000 olmuş, 1702 yılında ise 2500’e kadar indirilmiştir.
1826 yılında, İkinci Mahmud Han, yeniçerilerle birlikte artan itaatsizlikleri dolayısıyla, Cebeci Ocağını da kaldırdı.
Daha sonra, modern bir anlayışla Asâkîr-i Mansûre-i Muhammediyye ordusunun tesisiyle birlikte, 1054 neferden meydana gelen yeni bir Cebehâne sınıfı kuruldu. Sağ ve sol kol olarak tertip edilen ve birer Bölükbaşının kumandanlığı altında idare olunan bu yeni teşkilat, 1860’a kadar, varlığını korumuştur.
Cemiyetler On dördüncü yüzyılın ikinci yarısından itibâren güçlenen ve teşkilâtlanmaya devam eden Osmanlı Devleti, devlete karşı güç meydana getirebilecek insan topluluklarını belli gâyeler etrafında toplayarak, çeşitli cemiyetler kurdu. İsmi cemiyet olmasa da bir esnaf birliği olan Ahîlik Teşkilâtı, bunlardan ilki olarak düşünülebilir. Aynı gâye etrafında bir araya gelen insanlarla devlet arasında anlaşmayı sağlayan kethüdâlar, devlet tarafından; kethüdâdan sonra gelen yiğitbaşı ise, esnaf veya cemiyet üyeleri tarafından seçildi. Cemiyet üyelerinin dilekleri yiğitbaşı tarafından kethüdâya, kethüdâ aracılığı ile de saraya iletiliyordu. Kuruluşyükseliş devirlerinde, devlet ile cemiyetlerin münasebetleri, gayet sağlıklı bir şekilde yürüdü. İslâmiyet'in birlik ve dayanışmayı emretmesi sebebiyle çeşitli unsurların birlik ve beraberlik içinde yaşadığı Osmanlı Devletinin, Hıristiyan Avrupa ile kültürel münasebetlerin başlatıldığı 17 ve 18. yüzyıllarda, Avrupa’da meydana gelen bazı değişiklikler Osmanlı Devletine de tesir etmeye başladı.
Fransız ihtilâlinin sancılarının çekildiği dönemde Avrupa’da birçok cemiyet ortaya çıktı. Hızlı olarak kurulup gelişen mason cemiyetleri, toplumun geniş kitlelerini etkilemeye başladı. Bulunduğu çağda medeniyetin zirvesine ulaşmış olan Osmanlı Devletini yıkmaya çalışan masonlar ile birlikte hareket eden diğer azınlıklar ve yerli ihanet şebekeleri, Osmanlı ülkesinde de çeşitli adlarla cemiyetler kurmaya başladılar. Daha çok devlete karşı kitlelerin haklarını savunmak maksadı görünümüyle kurulan bu cemiyetler, toplumda nifak tohumları ekmeye başladı. Avrupa’ya tahsil için gönderilen bazı kimseler de bu cemiyetlere üye olarak veya aynı gâye ile yeni cemiyetler kurarak Osmanlı Devleti aleyhinde çalışmaya başladılar. Osmanlı Devletini güçlendiren Yeniçeri Ocağı'nın mânevî güç kaynağı olan ve büyük velî Hâcı Bektaş-ı Velî tarafından kurulan Bektâşîlik tarîkatı, bu çeşit bozuk fikirli kimseler tarafından ele geçirildi. Hurûfî denilen kimseler, Bektâşî tarîkatının asıl temizliğini bozdular. Nihâyet Avrupa’daki mason cemiyetleriyle irtibatlı olan, İslâmiyet'in emirlerine ters fikirler ileri süren sahte Bektâşîler, yeniçeri üzerinde etkili oldular. Masonluğa paralel olarak 18. yüzyılın sonlarında, sapık Bektâşîlik de büyük bir gelişme gösterdi. İkide bir başkaldıran ve halkın huzurunu bozan Yeniçeri Ocağı, 19. yüzyılın ilk yarısında kaldırılınca, Bektâşî tekkeleri de kapatıldı. Bu arada mevcut ilmî gelişmeleri takip etmek gâyesiyle cemiyetler kuruldu. On dokuzuncu yüzyılın başında İsmâil Ferrûh Efendinin başkanlığında kurulan ve 1826’da İkinci Mahmud Han tarafından Yeniçeri Ocağı ve Bektâşî tekkeleriyle birlikte kapatılan Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi bunlardandır. Sultan İkinci Mahmud Hanın vefatından sonra yeniden ortaya çıkan Bektâşîlik, Avrupa’daki mason cemiyetleriyle işbirliği yaptı. Avrupa’ya tahsil için giderek Avrupâî fikirlerin tesirinde kalan ve aydın geçinen kimseler tarafından gizlice kurulan çeşitli cemiyetler de, yaptıkları çalışmalarla Osmanlı Devletinin, padişahın ve Bâbıâlî hükümetlerinin aleyhinde bulundular.
Bu arada tarîkat veya esnaf cemiyeti türünde olmayan, değişik adlarda dernekler de kuruldu. Münif Paşa'nın önderliğinde Avrupa’da tahsil görmüş sözde aydın bir kısım kimseler tarafından, İngiltere’deki Royal Society ile 1859’da İskenderiye’de açılan Mısır Enstitüsünü örnek alarak kurulan ve 1882 yılında zararlı yayınlarından dolayı kapatılan Mecmûa-i Fünûn dergisini yayınlayan Cemiyet-i İlmiye-i Osmânîye, bu derneklerin başında yer alır. Ayrıca daha çok üyelerin ödediği âidâtlarla yaşayan, batıda benzerlerine rastlanan, ana maksatları siyâsî olan cemiyetler kuruldu. Bunların çoğu, Osmanlı Devletini parçalamak için gayrimüslim ve Türk olmayan kimseler tarafından kurulan gizli siyâsî cemiyetlerdi.
1865’te İstanbul’da Belgrad Ormanlarında gizlice yapılan bir toplantı, Yeni Osmanlılar Cemiyeti'nin ilk kuruluş teşebbüsü sayılabilir. Bu teşebbüsün Bâbıâli hükümetince öğrenilmesi üzerine, cemiyetin başında bulunanlar Avrupa’ya kaçtılar ve İtalyan Carbonari (Karbonari) Teşkilâtını model alarak 1868’de Pâris’te Yeni Osmanlılar Cemiyetini kurdular.
Önce Eyüp Medresesinde gizlice toplanan ve Fransızca olan tıp terimlerinin Türkçeleştirilmesi (Osmanlılaştırılması) için 1865’te kurulan Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmâniye, yarı resmî özellikte olan Cemiyet-i İlmiye-i Osmâniye, Dârüşşafaka kurumunu meydana getiren Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslâmiye cemiyetleri izinle kurulmuşlardı. Böylece Tanzimat döneminde, cemiyet kurmakla ilgili kanunî düzenleme olmasa bile örfî olarak izne bağlanmış oluyordu. Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın padişah olmasından sonra îlân edilen Meşrûtiyet'in ilk zamanlarında, cemiyet kurma alışkanlığı yavaş yavaş yerleşmeye başladı. 1876’da yürürlüğe giren Kanun-u Esasî'de de cemiyetler için bir kânûnî düzenleme getirilmedi. Bu durum cemiyetlere karşı îtimâdı sarsıyordu.
Resmî vazifeli kurullar, cemiyet adıyla adlandırılabildiği gibi (meselâ Mecelle Cemiyeti), bazen de genel kurul karşılığında cemiyet terimi kullanıldı. Cemiyet kelimesinin cezâ hukûkuna göre yasaklık arz etmesi sebebiyle, Encümen-i Dâniş ve Encümen terimlerinin kullanıldığı da oldu. Bu dönemde cemiyet adıyla kurulan kuruluşların sayısı da sınırlıydı. Cemiyet-i Tedrîsiyye-i Hayriye ve Dârüşşafaka cemiyetine benzer bir cemiyet de bunlardandı. Hayırlı işler için hükümetten izin alınarak kurulan bu cemiyetlerin yanında, dış destekli gizli ve siyâsî cemiyetler eskisinden daha çok ve güçlü olarak kuruldu. İstanbul’da Mercan Lisesi öğrencileri tarafından 1904 yılında kurulan Cemiyet-i İnkılâbiye bunlardandır. Bu cemiyet, 1876 Kânûn-i Esâsîsini yeniden yürürlüğe koymak için hücreler biçiminde teşkilâtlanarak, Avrupa’daki Jön Türkler (Yeni Osmanlılar) ile irtibat kurup, gönderdikleri yayınları gizlice dağıtıyordu.
Bu siyâsî cemiyetlerden olan, İtalyan Carbonari Teşkilâtını ve masonluk teşkilâtlarını örnek olarak alan İttihat ve Terakki Cemiyeti, Osmanlı ülkesinin çeşitli yerlerinde şûbeler açtı. Bâbıâli Baskını olarak bilinen bir darbeyle, idâreye hâkim olduğu 1913 yılına kadar cemiyet olarak varlığını sürdüren İttihat ve Terakki, bu târihten îtibâren meclis grubuna fırka, yâni parti olarak girdi. İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra meydana gelen serbestlik havasından istifâde eden pek çok gayrimüslim ve Türk olmayan unsurlarla, Türk olup da Osmanlı Devletinin aleyhinde faaliyet gösteren kimseler tarafından kurulan cemiyetlerle birlikte, bâzı hayır cemiyetleri de kuruldu. 29 Temmuz 1908’de kurulan Osmanlı Uhuvvet Cemiyeti, 8 Ağustos 1908’de kurulan Osmanlı Hukuk Cemiyeti, Osmanlı Mühendis ve Mîmârları Cemiyeti, Arap asıllı Osmanlıların kurduğu Uhuvvet-i Arabiyye-i Osmâniye Cemiyeti, Fedâkarân-ı Millet Cemiyeti, Arnavud Başkım Kulübü, Cemiyet-i Milliye-i Nâciye, İttihâd-ı Muhammedî Cemiyeti bu dönemde kurulan cemiyetlerden bâzılarıdır.
Kurulan bu cemiyetlerden çoğu siyâsî ve yıkıcı maksatlıydı. Böylece siyâset, ordu ve okullara kadar yayıldı. İlk günlerde cemiyetlerin kuruluşuna karşı çıkamayan İttihat ve Terakki tarafından, 3 Ağustos 1909’da Cemiyetler Kânûnu çıkarıldı. O zamâna kadar örf ile kurulmasına izin verilen cemiyetler, kânunla kurulabilecekti. 8 Ağustos 1909’da, 1876 Anayasası’na eklenen 120. maddeyle Osmanlıların, hakk-ı içtimâ’a mâlik oldukları belirtildi. Bu düzenlemeye göre bölücü ve ahlâka aykırı cemiyet kurulması yasaklanıyordu. Yine bu düzenlemeye göre cemiyet kurmak için izin almaya gerek görülmüyor, fakat kurulduktan sonra hükümete bildirilmesi emrediliyordu. Bu cemiyetlere üye olabilmek için 21 yaşında olmak gerekiyordu, yıllık âidat miktarı ise yirmi dört altını geçmiyordu. 1901 Fransız Cemiyetler Kânunu örnek alınarak hazırlanan bu kânuna göre, cemiyetlerin gayrimenkul mal edinebilme hakları sınırlı tutuluyordu. Bu konuda yabancı derneklerle ilgili herhangi bir hüküm yer almıyordu. Kapitülasyonlar ve mason teşkilâtlarının, İttihat ve Terakki karşısındaki özel durumları nazarı îtibâra alındığı için, böyle bir düzenlemeye gerek duyulmamıştı.
Gizli ve bölücü maksatlar taşıyan kimseler, 1909 kânununa uygun bir gâyeyi perde edinerek teşkilâtlandılar. Cemiyetler Kânunundan altı ay kadar sonra çıkarılan esnaf cemiyetleri hakkında tâlimâtla, kendine has bâzı geleneklere göre idâre edilen esnaf teşkilâtları, İttihat ve Terakkinin vesâyeti altına alınmaya çalışıldı. Verilen tâlimâta göre eskiden beri devâm eden esnâf kethüdâlıkları kaldırılıyor, her esnafın ayrı bir cemiyet kurabileceği hükme bağlanıyordu. Şehremâneti (belediye) denetiminde olan ve cemiyet adıyla anılan bu cemiyetler bugünkü odaların bir benzeriydi.
Bu dönemde, Donanma-i Osmânî, Muâvenet-i Milliye Cemiyeti gibi devletin ön ayak olması ile bâzı özel yapıda dernekler de kuruldu. 1912’de memur, müstahdem ve öğretmenlerin, fırka ve siyâsî cemiyetlere girmesini yasaklayan bir irâde yayınlandı. Bu özel durumlardaki cemiyetlerden birisi de pâdişâhın himâyesinde ve velîahtın fahrî başkanlığında kurulan Hilâl-i Ahmer Cemiyeti idi. İttihat ve Terakki bu özel kuruluşlu cemiyetler üzerinde de bir tür vesâyet kurmak istedi.
1914’te özel bir cemiyet türü olarak Osmanlı Güç Cemiyetleri kuruldu. Resmî mektep ve medreseler ile sâir resmî müesseselerde mecbûrî olarak güç dernekleri kurulur hükmüne uyarak izcilik cemiyetlerinin, Osmanlı Güç derneklerinin hazırlık şubesini meydana getirmeleri öngörüldü. 1916’da Genç Dernekleri hakkında Kânûn-i Muvakkat çıkarılarak Güç Dernekleri Nizamnâmesi ilgâ edildi. Güç Dernekleri yerine Genç Dernekleri kuruldu. Harbiye Nezareti'nin emir ve müsaadesine bağlı olan bu dernekler, Gürbüz Derneği ve Dinç Derneği olmak üzere iki kısma ayrıldı. 12-17 yaşındaki gençler Gürbüz Derneğine; daha yukarı yaştakiler, Dinç Derneğine üye oldu. Derneklere girmek ve tâlimlere katılmak mecbûrî olup, bu mecbûriyet silâh altına alınıncaya kadar sürüyordu. Bunlar, daha çok cemiyet olmaktan ziyâde, Birinci Dünya Savaşı şartları içinde cephelere asker yetiştirebilme gâyesini taşıyordu.
1919’da Birinci Dünya Savaşı yenilgisi şartları içinde Müdâfaa-i Milliye Cemiyeti’nin Harbiye Nezâretine ve Donanma-i Osmânî Cemiyetinin Bahriye Nezâretine katılmasına dâir bir hükümet karârı çıkarılarak, Damad Ferit Paşa'nın sadrazamlığı sırasında bu cemiyetler de feshedilip mallarının Hazîne-i Mâliyeye devredilmesi kararlaştırıldı.
Bu dönemin sonlarında kurulan önemli bir cemiyet de mason teşkilâtının ön ayak olmasıyla tesis edilen Himâye-i Etfâl Cemiyetidir. Mütâreke döneminde Anadolu ile irtibâtı kalmayan ve kapanan bu cemiyet, 30 Haziran 1921’de Ankara’da yeniden kurulmuştur.
Mütâreke döneminde bölücü ve yabancılara yaranma gâyesiyle kurulan çeşitli cemiyetler yanında, Anadolu’daki Millî Mücâdele hareketine yardımcı olmak gâyesiyle de cemiyetler kuruldu. 1919’da bu millî dernekleri birleştirme gâyesiyle kurulan Anadolu ve Rumeli Müdâfaa-i Hukuk Cemiyeti 1923 yılında siyâsî partiye dönüşerek Cumhuriyet Halk Partisinin temelini meydana getirdi. 1909 senesinde çıkarılan Cemiyetler Kânunu, 28 Haziran 1938 târihli Cemiyetler Kânununun yayınına kadar yürürlükte kaldı.
Osmanlı Devleti'nin kuruluşundan beri çeşitli gâyelerle kurulan ve çeşitli adlarla faaliyet gösteren cemiyetler, daha çok 19 ve 20. yüzyılda toplum ve devlet hayatı üzerinde etkili oldular.
19. yüzyılın ilk yarısından itibâren Osmanlı ülkesinde faaliyet göstermeye başlayan masonlar çeşitli yerlerde localar açarak faaliyetlerini yaygınlaştırdılar. Sultan İkinci Abdülhamid Han zamânında ise sıkı tâkibâta uğradılar. Fakat bunlar daha çok yabancı uyruklu kimseler olup, ticârî alanda pay kapma ve kapitülasyonları kendi menfâatlerine kullanma çalışmaları yaptılar. Hürriyetçi ve Meşrûtiyetçi akımların savunucusu iddiâsıyla ortaya çıkan Tanzimât ricâlinin çoğu mason oldu. Yeni Osmanlılar ve Birinci Meşrûtiyetin ileri gelenleri, siyâsî eğilimlerini localarda geliştirdiler. Mason locaları, çeşitli siyâsî cemiyetlerin fikrî ve hareket programlarına modellik ettiler. İstanbul’daki ilk localar, İngilizlerle irtibatlı kuruldu. Fransız bağlantısında ise, ikisi Abdülmecid Han zamânında, ikisi de Abdülaziz Han zamânında olmak üzere 1908’e kadar dört loca kuruldu. Dördü de Pâris’teki Grand Orient (Maşrık-ı Âzam/Yüce Doğu) merkez locasına bağlıydılar. Bu devirden sonra üyeleri arasına Türk ve Müslüman kimseleri de alan localar, bu üyeleri vâsıtasıyla Sultan İkinci Abdülhamid Han'ı tahttan indirmek için çeşitli plânlar uyguladılar. İstanbul’dan başka Anadolu ve Rumeli’nin çeşitli yerlerinde de localar açıldı. Rumeli’de açılan locaların büyük bir bölümü Selânik’te bulunuyordu. Bu localardan, İtalyan bağlantılı Makedonya-Risorta ve Fransız bağlantısındaki Veritas locaları, Osmanlı Hürriyet Cemiyetinin beşiği oldular.
İkinci Meşrûtiyetin îlânı, masonluk hareketine yeni bir hız getirdi. Locaların sayısı arttı. 1909 yılında Maşrık-i Âzam-ı Osmânî locası kuruldu. Bu locaya, eski masonlardan Talat Bey (Paşa), Mehmed Ali (Baba) Bey, Süleymân Fâik Paşa ve Câvit Bey üstâd-ı âzam (yüce üstat) seçildiler.
Umûmiyetle 19. yüzyılın sonlarında ve 20. yüzyılın başında cemiyet adıyla kurulan cemiyetlerden bâzıları şu şekilde kısımlara ayrıldılar:
A- Osmanlıcılık gâyesiyle kurulan sosyal ve siyâsî cemiyetler:
1) Meşrûtiyet-i Osmâniye Kulübü: (1908). Kurulan muhtelif cemiyetlerdendir. 2) Nesl-i Cedîd Kulübü (1908). 3) Kürt Dernekleri.
B- Türk milliyetçiliğine bağlı olarak kurulan cemiyetler: 1908’den sonra yayılan ve siyâsî hayatta etkili olan Türkçü-Milliyetçi fikirler, faaliyetlerini çeşitli cemiyetler vâsıtasıyla sürdürdüler.
1) Türk Derneği (1908). 2) Türk Yurdu Cemiyeti (1911). 3) Teâvün-i İctimâî Cemiyeti (1911). 4) Türk Ocağı (1912). 5) İstihlâk-i Millî Cemiyeti (1912). 6) Millî Türk Cemiyeti (1914).
C- Paramiliter cemiyetler:
1) Müdâfâa-i Milliye Cemiyeti (1914). 2) Türk Gücü Cemiyeti (1913). 3) Osmanlı Güç Dernekleri (1914). 4) Genç Dernekleri (1916).
D- Kültürel cemiyetler:
Millî Tâlim ve Terbiye Cemiyeti (1916).
E- Matbûât cemiyetleri:
Meşrûtiyet döneminde çeşitli matbûât cemiyetleri de kuruldu:
1) Cemiyet-i Matbûât-i Osmâniye (1908). 2) Osmanlı Matbûât Cemiyeti (1917).
F- Esnaf cemiyetleri:
İttihat ve Terakki'nin himâyesi altında 1913 yılından îtibâren esnafın teşkilâtlanmasına yönelik bâzı cemiyetler de kuruldu. Bu cemiyetlerin kurucuları ve isimleri hakkında fazla bilgi mevcut değildir. Zirâat, Debbağ (Dericiler), Bahçıvanlar, Yapıcılar esnafı cemiyetleri bunlardan bâzılarıdır.
G- Osmanlı ülkesinde kurulan ayrılıkçı cemiyetler:
Osmanlı Devletini parçalamak gâyesiyle daha önce gizli olarak kurulmuş olan cemiyetlerin bir çoğu Tanzimâtın îlânından sonra açığa çıktı. Osmanlı Devletini parçalamak ve yıkmak gâyesini dolaylı olarak açığa koyan Hıristiyan Avrupa devletleri (İngiltere, Fransa vb.) ve çarlık Rusya’sı, Osmanlı Devletinin hâkimiyeti altındaki gayrimüslim ve Türk olmayan unsurları kışkırttılar. Ortaya çıkardıkları kavmiyetçi akımları desteklediler. Osmanlı Devletini yıkmak ve Sultan İkinci Abdülhamid Hanı devirmek için kurulan Jön Türkler de kavmiyetçilik akımını savunarak, bu hareketleri tahrik ettiler.
Balkanlarda yaşayan; Arnavut, Yunan, Bulgar, Sırp, Rumen ve diğer kavimler, bağımsız devletler kurmak maksadıyla Osmanlı Devletine karşı harekete geçtiler. Hıristiyan Avrupa devletleri ve Çarlık Rusyası’nın teşvik ve desteğiyle çeşitli ayrılıkçı cemiyetler kuruldu.
1. Yunanlılar ve Rumlar tarafından kurulan cemiyetler: İlk Yunan cemiyeti olan Etniki Eterya, 1814’te Ksantos tarafından kurulduysa da asıl idârecisi Çar’ın yâverlerinden Kondt Kapadistriya idi. Kilisenin, fikir adamlarının ve şâirlerin çalışmalarıyla kısa zamanda teşkîlâtlanan bu cemiyet, Helenizmin tek temsilcisi sayıldı. İlk zamanlar gizli çalışan cemiyet, sonradan resmen yardımlaşma kuruluşu hüviyetinde ortaya çıktı. Bu cemiyetin en büyük destekçisi, İstanbul’da Fener Patrikhânesi idi. Helenist ideoloji, Enosis terimleriyle sembolleştirildi. Osmanlı ülkesindeki Akdeniz ve Karadeniz Rumlarını Yunanistan’a katarak Büyük Yunanistan’ı kurmak ve İstanbul (Konstantinopolis)u da içine alan megola idea (megali idea) denilen gâyesini tahakkuk ettirmek için tek yetkili organ Etniki Eterya Cemiyeti kabul edildi. 1876’da îlân edilen Birinci ve 1908’de ilân edilen İkinci Meşrûtiyetten sonra toplanan Osmanlı Meclis-i Mebûsânında yirmiye yakın Rum üye de Etniki Eteryanın fikir savunuculuğunu yaptı. 1909 yılında Yunan ordusunu temsilen kurulan askerî birlik, bir çok faaliyetlerde bulundu.
İkinci Meşrûtiyetten sonra Yunanlılar ve Rumlar, başka cemiyetler de kurarak gâyelerine ulaşmaya çalıştılar. 1908’de Rum Meşrûtiyet Kulüpleri adlı cemiyetler kurdular. Bu arada bir ihtilâl cemiyeti hâline gelen Etniki Eterya, çeşitli şiddet ve terör hareketlerine girişti. Müslüman Türklere çeşitli zulüm ve işkenceler yaptı. 1909 yılında Edirne-Uzunköprü’de Adelfia adlı bir ihtilâl cemiyeti de kuruldu. Rum Uhuvvet-i İlimperverâne Agâyî, Rum Uhuvvet-i İlimperverâne İrinî, Rum Maârifperver cemiyetleri de bu dönemde kuruldu.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 7:51 pm | |
| Cemiyetler devam....
2. Bulgar ve Makedonya cemiyetleri: Bulgarlar ve Makedonyalılar da Osmanlı Devletine karşı çeşitli komite ve çeteler kurdular. Makedonya-Edirne İhtilâlci İç Cemiyeti (V.M.R.O.) bu komitelerin en önemlisidir. 1903 yılındaki İllinden İsyânını plânlayan ve mahallî şûbeleri ile geniş bir teşkilâta sâhib olan bu cemiyet, daha çok plânlayıcı mâhiyettedir. Bu komitenin yaptığı plânları uygulayan 10-15 kişilik çeteler; sûikast, bombalama, sabotajlar yaparak Müslüman-Türklere çok zulmettiler. Bu çetelerin önemlilerinden birisi Sandanski çetesidir.
Berlin Antlaşması ile Sırp, Karadağ ve Romenlerin bağımsızlığı tanınmıştı. Bulgar, Arnavut ve Makedonyalılar ise, Osmanlı ülkesi içindeki yerlerini koruduklarından, 1878’den sonra komitacılık ve çeteciliğe devâm ettiler. Makedonyalılar, 1893’de Selânik’te Bulgarca, Viteşna Makedonska-i Odrinska Revolütsionna Organizatsiya kelimelerinin baş harflerinden meydana gelen, V.M.R.O. Cemiyetini kurdular. Gizli bir cemiyet olan bu teşkilât, bağımsız bir Makedonya kurmak için çalıştı. Bu cemiyet Makedonya’yı; Selanik, Manastır, Serez, Drama, Usturumca, Melnik ve Edirne olmak üzere sekiz ihtilâl sancağına, her sancağı da ikişer kazâyı ayırdı. Her sancak ve kazâda mahallî birer komite kurdu. Ayrıca her sancakta maddî durumu, kongreye delege seçimini, esirleri, Osmanlı memurlarını gözetlemek ve denetlemekle vazifeli üçer kişilik denetim kurulları vazifelendirildi. 1898’de başlayan çete savaşı, 1902 yılı boyunca 1903 Ağustosuna kadar, Selânik Olaylarına ek olarak da seksen altı çete savaşı yapıldı. Makedonya, terör hareketleriyle tamâmen sarsıldı. 2 Ağustos 1903 günü Kruçevo Cumhûriyeti îlân edildi. On iki gün süren ve İllinden Olayı olarak bilinen isyân hareketi, Osmanlı ordusu tarafından bastırıldı.
1878’de kurulan Bulgaristan Prensliği de çeşitli komiteler kurarak, Osmanlı Devleti hâkimiyetinden kurtulmaya çalıştı. Hemen her köyde bir çete teşkil edildi. Papazlar, subaylar, özellikle öğretmenler her yerde bir ihtilâlci odak kurmaya çalıştılar. Ya istiklâl ya ölüm sloganıyla ortaya çıkan Bulgar komite ve çeteleri, yerli halkı teşkilâtlandırdıkları gibi, Batı kamuoyunu da yanlarına aldılar. Sofya’daki merkeze sıkı ve disiplinli bir şekilde bağlı olan komite ve çeteler, kendilerine katılmayan ve Müslüman-Türk olan kimselere çok zulmettiler.
1908’den îtibâren Bulgar meşrûtiyet kulüpleri kuruldu. Aynı yıl kulüpler kongresi Selânik’te toplandı ve hepsi de federatif bir yapı içinde düzenlendi. Yaygın bir şekilde teşkilâtlanan bu kulüplerden, İstanbul’da da Derseâdet Bulgar Meşrûtiyet Kulübü kuruldu. Tamâmen bölücü ve ihtilâlci bir teşkilât olan Bulgar Meşrûtiyet Kulüpleri, aynı yıl içinde kurulan Bulgar Demokratik Kulüpleriyle birleşerek Federalist Bulgar Fırkasını meydana getirdiler. İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra açılan Osmanlı Mebûsân Meclisinde bulunan Bulgar asıllı veya diğer Balkan kavimlerinden olan mebûslar da bu cemiyetlerin çalışmalarını desteklediler. 1908-1913 yılları arasında çetecilik faaliyetleri çok yaygınlaştı ve kânunla bile önlenemedi.
Sultan İkinci Abdülhamîd Hana karşı çalışan Pâris Jön Türkleri (Ahmed Rızâ Bey grubu), Rumeli’de şûbeler açarak Bulgarların teşkilâtçılığını övüp desteklediler. Daha sonra İttihat ve Terakkinin ileri gelenlerinden olan Niyâzi ve Enver beyler de Makedonyalılar gibi çete faaliyetine gireşerek Sultan Abdülhamîd Hana karşı çıktılar. Teşkilâtlarını, Balkan Bulgar çetelerini örnek alarak kurdular.
3. Arnavutların kurduğu cemiyetler: Osmanlı Devletinden en son kopan ve bağımsızlığına en geç ulaşan Arnavutluk’ta, 1908’den sonra isyân hareketleri başgösterdi. Arnavutlar, ikinci Jön Türk hareketine içten katkıda bulundukları gibi; kendi bünyelerinde de teşkilâtlandılar.
Geniş çaplı ilk isyân, 1910 yılı Nisanında başladı ve Malisörler tarafından bir yıl sonra yeniden alevlendirildi. İttihat ve Terakki iktidârınca gönderilen askerler ayaklanmayı şiddetle bastırma yoluna gitti. İttihatçılar tarafından yerli halka karşı zulüm ve işkence yapıldı. Bu uygulama, Arnavutluk meselesini daha da kızıştırdı. Pâdişâh Sultan Reşâd, bu hareketleri iyilikle bastırmak istediyse de netîce alınamadı. Osmanlı ordusu içindeki parçalanmalar ve İttihatçıların kötü uygulamaları ile ortaya çıkan iç karışıklıklar yüzünden Said Paşa kabînesi dağıldı. İttihat ve Terakki iktidârdan uzaklaştı. Gâzi Ahmed Muhtar Paşa hükûmeti, Arnavutların isteklerini kabul ederek umûmî af îlân etti. Tam bu sırada Balkan Savaşı patlak verdi.
Arnavut cemiyetlerinin içinde en tanınmışı, 1908’de veya daha önce kurulduğu kabul edilen Başkim Cemiyetidir. Arnavutluk’taki isyânları tertipleyen ve teşvik eden bu cemiyetti. Cemiyetin yanında çeteler ve gizli ihtilâl cemiyetleri de kuruldu. Balkan Savaşı, Arnavutluk meselesiye ilgili çözüme giden yolu kapadı. Mütâreke döneminde de bâzı küçük ve etkisiz cemiyetler kuran Arnavutlar, konuyu yeniden ele almaya çalıştılar.
4. Sırp cemiyetleri: Makedonya meselesiyle ilgili olarak Sırpların da önemli bir yeri olmuştu. Balkan Yarımadasında ihtilâlci kaynaşmalara Yunanlılardan önce başlayan Sırplar, çeteler kurarak Osmanlı Devletine ve Müslüman-Türklere karşı çeşitli hareketlerde bulundular. 1878’den beri teşkilâtlanan Sırplar, 1908 ve 1909 yıllarında kendi azınlık haklarını korumak için millî teşkilâtlarını kurdular.
5. Mûsevîlerin kurduğu cemiyetler: Osmanlı Devletinde yaşayan Yahûdîler, 19. yüzyılda kurulan beynelmilel siyonizmin teşkilâtlanması doğrultusunda cemiyetler kurdular. Bunlar arasında Evrensel İsrâil Birliği Yahûdî teşkilâtı, Alman Yahûdîleri Kurtuluş Birliği gelmektedir.
6. Ermeni cemiyetleri: Osmanlı Devletinin parçalanması ve yıkılması için çalışan Ermeniler de çeşitli komite ve cemiyetler kurdular. Birçok Avrupa devletleriyle Rusya’nın teşviki Osmanlı Devletine karşı çıkan Ermenilerde, Erivan’dan Akdeniz’e kadar uzanacak bir Ermeni Devleti kurmak fikrini ortaya çıkardı. Bunun için çeşitli komiteler ve çeteler kurarak kanlı terör ve tedhiş hareketlerine giriştiler. Pekçok Müslüman-Türkü şehîd ettiler. Bulgarlar ve Yunanlılarda olduğu gibi “Türk (Osmanlı) zulmü”, “Ermeni soykırımı” gibi slogaları kullanarak mazlum bir unsur gibi görünmeye çalıştılar. Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu nâzik durumu fırsat bilerek, Rusya ile İngiltere’nin teşvik ve desteğiyle dünyâ kamuoyunu ters yönde etkilemeye çalıştılar. Kurdukları tedhiş komitelerinin en büyükleri; Armenaganlar, Hınçak ve Taşnaksütyun’dur.
a) Armenaganlar Komitesi: 1882’de Van’da Mıgırdıç Portakalyan ekibi tarafından kuruldu. İhtilâlci ve saldırgan bir ideolojiye sâhib olan bu komite, memleket içinde ve dışında teşkilâtlandı. Van yöresinde hareketli olan komitenin yurt dışında yayınlanan Armenia adlı bir gazetesi de vardı.
b) Hınçakyan Komitesi: 1887’de, Fransa’da tahsil yapan üniversiteli gençler tarafından Cenevre’de kuruldu. Kurucularının hepsi Rus Ermenisi olan komitenin temel ideolojisi, Marksizmdi. 1890’da Hınçakyan İhtilâl Partisi adını aldı. İlk başta, İstanbul komite merkezi olarak kabul edildiyse de, sonradan Londra’ya taşındı. Osmanlı ülkesi içinde gizlice ve geniş bir şekilde teşkilâtlanan komite, Rus konsolosluklarından büyük destek gördü. 1890’da Ezurum İsyânı, 1892-1893’te Merzifon-Yozgat-Kayseri olayları, 1895’te Birinci Sason olayları, 1895’te Bâbıâli gösterileri, 1895’te Zeytun İsyânı bu komite tarafından tertiplendi. Çeşitli eğilim ve görüşte olan Ermenileri bünyesinde barındıran komite, 1896 Londra Kongresinde çıkan tartışmalar sonucu parçalandı. Ayrılan bir grup, Reforme Hınçak Partisini kurdu. Bu dönemlerde Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın idâresine karşı çıkan Jön Türklerle de işbirliği yapan Hınçakyan Komitesi, tertiplediği olaylarda pekçok Müslüman-Türkü katletti.
c) Taşnaksütyun Komitesi: Rusya (Kafkasya) Ermenilerini bir arada ve federasyon hâlinde toplamak için 1890 yılında Tiflis’te kurulan bu komitenin temel gâyesi, Hınçakyan Komitesini ikinci plâna atmaktı. Sosyalist olan veya olmayan Ermenilerden meydana gelen bu komite, kısa zamanda parçalandı. Sosyalist olmayanlar ayrılarak iki yeni komite kurdular. 1892’de toparlanmaya çalışan Taşnaklar, Rus ihtilâlci teşkilâtı Narotnovels’i taklid ederek tamâmen sosyalist bir program hazırladılar. Osmanlı, İran ve Rusya içinde teşkilâtlandılar. Merkez olarak Tiflis seçildi. Tebriz’de bir silâh fabrikası kurularak çetelere silâh dağıtıldı. Ermeni olmayan kimseleri de üyeliğe kabul eden komite, Kürtler arasında propagandaya girişti. Kürt çeteleri, Makedonya komiteleri, Bulgar santralistleri ve Pâris’teki Jön Türklerle anlaşmalar yaptı. Bu komite, Sultan İkinci Abdülhamîd Han idâresine karşı Van İsyanını çıkardılar ve 1896’da Osmanlı Bankasına saldırı, 1904’te İkinci Sason İsyânı, 1905’te Yıldız’da bomba suikastı gibi hâdiseleri tertiplediler.
Ermeniler bu üç komite hâricinde başka komiteler de kurdular. İkinci Meşrûtiyetin îlânından sonra da faâliyetlerine devâm eden Ermeniler, Rusya ve İngiltere tarafından desteklenerek Osmanlı ülkesi içinde bağımsız bir Ermeni Devletinin kurulmasına çalıştılar. İttihat ve Terakki ile anlaşarak, Meşrûtiyet-i Osmâniye Ermeni Cemiyetini kurdular. 31 Mart Vak’asından sonra çıkan ve Adana Vak’ası diye anılan hâdise, Ermenilerin en önemli baş kaldırmalarıdır. 1908’den sonraki Osmanlı meclislerinde de yer alan Ermeniler, hükûmetlerde nâzır (bakan) olarak vazife yaptılar. Bu dönemdeki Ermeniler hem İttihatçı hem de Taşnak veya Hınçak komitesi mensubuydular. Ayrıca Îtilâf Fırkası içinde de yer aldılar. 1914 yılı başından îtibâren terör hareketlerini arttıran Ermeni komitelerine karşı bâzı tedbirler alındı. Birinci Dünyâ Savaşında Rusların, Doğu Anadolu’yu işgâl etmeleri için, Türk birliklerinin gerisine sarkan Ermeni komiteleri sabotaj ve isyân hareketlerini çıkarttılar. Pekçok Müslüman-Türkü acımasızca katlettiler. Birinci Dünyâ Savaşının Osmanlı Devletinin mağlûbiyetiyle son bulması üzerine, Ermeni-ittihatçı diyaloğu çok şiddetli bir intikam hareketine dönüştü. Ermeniler ülke dışına çıkan Talat ve Cemâl paşalarla, Bahaddin Şâkir ve Cemâl Azmi beyleri öldürmekle devâm ettiler.
7. Arap cemiyetleri: Osmanlı Devletinin parçalanması ve yıkılması için asırlardır gayret sarf eden en büyük İslâm düşmanı olan İngilizler, Arapları Osmanlı Devletine karşı kışkırttılar. Osmanlı Devletine karşı çıkan ve milliyetçilik iddiâsında bulunan Araplar da kendi gâyelerini tahakkuk ettirebilmek için çeşitli cemiyetler kurdular.
Bu cemiyetlerin bâzıları gizli, bâzıları mahallî cemiyetlerdir. Kurucularının çoğu da Osmanlı parlamentosunda üye veya Osmanlı ordusundan kaçan Arap asıllı subaylardı. Âyân âzâsı Abdülhamîd Zohrâvî, Şefik el-Müeyyed, Rızâ es-Sulh, Tâlib en-Nakîb, Şükrü el-Aselî, Rûbî el-Hâlidî gibi mebûslar, Binbaşı Azîz el-Mısrî gibileri bu cemiyetlerin kurucularındandır. Bu kimselerden bir kısmı Birinci Dünyâ Harbi yıllarında ünlü İngiliz câsusu Lawrence ile işbirliği yaparak, Osmanlılar aleyhine çalıştılar. Bu cemiyetlerin İngilizlerin desteğiyle çalışmaları netîcesinde Osmanlı toprakları parçalandı.
Böylece Osmanlı târihinde önemli yer tutan cemiyetler, faydalıları bir tarafa bırakılırsa, Osmanlı Devletinin parçalanmasında ve yıkılmasında büyük rol oynadılar.
Cerrahhâne-i Âmire Osmanlı Devletinde, orduda vazîfelendirilmek üzere, cerrah yetiştiren müessese.
Sultan İkinci Mahmud Han devrinde, Behced Efendinin hekimbaşılığı zamanında, 1832 yılında açıldı. İstanbul Şehzâdebaşı’ndaki binanın alt katı Cerrahhâne'ye, üst katı ise yine aynı tarihte faaliyete başlayan Tıbhâne-i Âmire'ye ayrılmıştı. Öğrenim süresi üç yıl olan Cerrahhâne mektebinde, dönemin en ünlü hocaları ders veriyordu. Öğrenci sayısı artıp, bina ihtiyaca cevap veremeyince, okul, Topkapı Sarayı ek binalarından Hastalar Odası'na taşındı. Yatılı hâle getirilen okulda, öğrenim süresi beş yıla çıkarıldı. 1839’da Tıbhâne-i Âmire ile Cerrahhâne-i Âmire birleştirilerek, Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne adını aldı. Talebeler, cerrah, tabip ve eczacı olmak üzere üç sınıfa ayrıldı. Ancak, daha sonraları cerrahinin bir ihtisas dalı olarak benimsenmesi üzerine, cerrahî sınıfında öğrenci kalmadı.
Cuma Dîvânı Osmanlı Devletinde, Cuma günleri olmak üzere, sadrazamın başkanlığında kurulan dîvân. “Huzur Mürâfaası” da denir.
Fatih Kanunnamesi’ne göre, şer’î ve örfî davalara, padişahın mutlak vekili olan sadrazamın huzurunda bakılır ve bu tür davalar, bu dîvânda karara bağlanırdı.
Cuma günleri sabah namazından sonra, kazaskerler, “örf” denilen büyük kavuklarını giyerek veziriâzamın sarayına, yani Paşa Kapısına gelirler ve Dîvânhâne'de yerlerini alırlardı. Dîvânda, sadrazamın sağında Rumeli, solunda da Anadolu kazaskeri otururdu. Yine sadrazamın solunda, ayakta olarak, büyük tezkireci, çavuşbaşı, çavuşlar kâtibi ve diğer dîvân çavuşları ve bunların alt tarafında muhzır ağa ile bostancılar odabaşısı, kethüdâ yerleri, cebeci ve topcu çavuşları dururlardı. Diğer taraftan muhzır ağanın maiyeti olan muhafız yeniçeriler de, Dîvânhâne merdiveninin aşağısında yer alarak, verilecek emri beklerlerdi.
Dîvânda, davanın görülmesi, davacı ile davalının yüzleştirilmesi ve dinlenmesi biçiminde olurdu. Dava, tek celsede karara bağlanırdı. Bir müddet görüşmelerden sonra, kazaskerlere yemek verilirdi. Eğer dîvânda müşkül ve tetkike muhtaç dava olup, tehiri gerekmişse, yemekten sonra iyice gözden geçirilir ve sonra kazaskerler evlerine giderlerdi.
Cuma Dîvânı, Topkapı Sarayındaki Kubbealtı’nda, bazen de Arz Odası'nda toplanırdı. On sekizinci yüzyıldan sonra, Cuma dîvânlarına İstanbul kadısı da iştirak etmeye başlamıştır. Ancak, yine bu yüzyıldan itibaren sadrazamlar, işlerinin yoğunluğundan, genel olarak Cuma dîvânlarına katılamamışlardır. Bu itibarla, bu yüzyıldan sonra sadrazamın başkanlığında toplanan dîvânlara, “Huzûr Mürâfaası” denilmiştir.
Çarşamba Dîvânı Osmanlı Devletinde her çarşamba günü İstanbul’un meselelerini görüşmek üzere sadrâzamın başkanlığında toplanan dîvân. Çarşamba Dîvânı’na İstanbul ve bilâd-ı selâse (üç belde: Eyüp, Galata, Üsküdar) kadıları katılırdı. Dîvân-ı Hümâyûn çavuşları ve tezkireciler de Dîvân’da vazîfeliydiler. Kâdıların Dîvânhâne’ye gelmelerinden sonra sadrâzam da selîmî kavuk ve erkân kürküyle Dîvânhâne’ye çıkardı. Bu sırada Mehterhâne’nin nevbet çalması âdettendi.
Çarşamba Dîvânı’nda İstanbul halkının değişik konulardaki şikâyetleri yanında, İstanbul’un iâşe, âsâyiş, temizlik, su, ulaşım ve yangın gibi meseleleri görüşülür ve karâra bağlanırdı. Alınan kararlar sadrâzamın mührüyle onaylandıktan sonra, ilgili yerlere havâle edilirdi. Çarşamba Dîvânı, 19. yüzyılın ortalarında Bâbıâlî’de yapılan reformlar sırasında kaldırılmıştır.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 7:52 pm | |
| D
Darphane (Darphâne-i Âmire) Darphânenin tarihi eskilere dayanmaktadır. İlk darphânenin, basit usulde, M.Ö. 640-630’larda Lidyalılar tarafından kullanıldığı sanılmaktadır. Abbasîler devrinde, tâcir ve sarraflar, değerli madenleri halktan râyice göre satın alarak, darphânede para olarak bastırabiliyorlardı.
Osmanlı Devleti'nde ilk para baskısı, Osman Gâzi zamanında yapıldı. Selçuklular döneminde olduğu gibi, Osmanlı Türklerinin de birçok yerlerde, özellikle altın, gümüş ve bakır madenlerinin bulunduğu civarlarda darphâneleri bulunmaktaydı. 1453 yılında, İstanbul’un fethiyle birlikte Fatih Sultan Mehmed Han, para ve pul için ayrı ayrı darphâneler kurdurmuştu. Pul basılan yere “Pul Darphânesi” denirdi.
Osmanlı Devletinde, 1843 yılına kadar birçok şehirlerde para bastırılırken, darbedilen (basılan) paraların ve meskûkâtın (sikkelerin) darp ve imali, bu tarihten sonra İstanbul Darphânesi'nde yapılmaya başlanmıştır. İlk darphânenin yeri, Beyazıt civarında, bugün de mevcut olan Simkeşhâne Han'da bulunmaktaydı. Darphâneyi sevk ve idarede işin başında bulunanlara, “Darphâne Emini” denilmiştir. Daha sonraları darphâne ismi, “Darphâne-i Âmire” olarak değiştirilmiş, müdürlerine de, “Meskûkât-ı Şâhâne Müdürü” denmeye başlanmıştır. Birinci Mahmud zamanında Darphâne Emininin ismi “Darphâne Nâzırı” olarak değiştirilmiş; Tanzimat'a kadar bu adla devam etmiştir. 1922’den sonra, “âmire” unvânı “Darphâne-i Millî” olarak değiştirilmiş, müdürleri de Darphâne-i Millî Müdürü olmuştur.
1789’da, Darphâne tamir edilerek makineleri yenilendi. Tanzimat'tan sonra Darphâne, müdürlük olarak Mâliye Nâzırlığına bağlandı. 1842 tarihine kadar, çekiçle dövme suretiyle yapılan para basım işlemi, çıkartılan bir kararnameyle sarkaç usulüne, 1853’te pres, 1911’den sonra ise makine presi usulüne geçildi. Sultan Abdülaziz Han devrinde yapılan Darphâne binası, Cumhuriyet döneminde de kullanılmaya devam edildi.
Dârülaceze Kadın-erkek, yoksul, sakat ve kimsesiz çocukları korumak için, Sultan İkinci Abdülhamid Han devrinde yaptırılarak hizmete sunulan “düşkünler yurdu”.
Dârülaceze’nin temeli, 7 Kasım 1892 tarihinde Kâğıthane’de, atış alanı sırtlarında atılmıştır. Devrin sadrazamı Halil Rifat Paşa, Dârülaceze’nin yapılmasında önderlik etmiştir. Yapıldığı devirde (28 Ocak 1895) çıkarılan kararnâmelere göre; yurdun yönetimi, Dahiliye Nezareti'ne (İçişleri Bakanlığı) bağlanmıştır. Yurdun yönetim kurulu başkanlığı, belediye tarafından seçilen ve padişahça onaylanan bir memur tarafından yapılırdı. Üyelikleri ise; Vakıflar İdaresi, Müftülük ve Zaptiye Nezareti tarafından seçilen birer memurdan olurdu. Bundan başka ayrıca, Dârülaceze’de Ermeni, Rum, Katolik ve Yahudî azınlıkları da birer temsilci bulundururlardı. Kurul, hiç ücret almadan görev yapardı.
Dârülaceze’nin bugünkü idaresi, 23 Temmuz 1908’de, İstanbul Belediyesi'ne bağlandı. 14 Mart 1910’da da Belediye Sağlık İşleri Müdürlüğüne verildi. 3 Ekim 1912’de yönetimi Sıhhiye Müdürlüğüne devredildi.
Dârülbedâyi İstanbul Şehir Tiyatrosunun ilk şekli ve adı.
Türk tiyatro tarihinde, tiyatronun kuruluş ve gelişmesinde, Dârülbedâyi topluluğu öncülük etmiştir. Teşkilatın ilk adı, Dârülbedâyi-i Osmânîdir. Türkiye’de, düzenli bir tiyatro kurulması ve sahne sanatçılarının yetiştirilmesi fikri, 1914 yılında, Şehremini (Belediye Başkanı) Operatör Cemil Topuzlu tarafından ortaya atılmıştır. Bu fikrin gayesi, Türk halkına tiyatroyu sevdirmekti.
Meşrutiyet devri öncesi yurdumuzda, sahne hayatı ve sanatı, Ermeni ve Rumların paylaştığı faaliyetlerle devam ediyordu. Bunlardan Rumlar, özellikle pandomim ve kantoda, Ermeniler de melodram ve komedi oyunlarında temayüz etmiş toplulukları meydana getiriyordu. Türkler ise, tulûatçı ve orta oyuncularıydı. Başlıcaları; Kavuklu Hamdi, Küçük İsmail, Kel Hasan, Abdürrezzak, Şevki, Naşit gibi sanatçılardı. Bu sanatçılar, küçük kumpanyalar hâlinde temsilsiz oyun verirlerdi. 1908’de, meşrutiyetten sonra, temsilden önce verilen kanto ve çalgı fasılları kaldırılmış; bunun yerine, yurt konularını ve cemiyetin problemlerini işleyen, dilimize çevrilmiş eserler (tiyatro eserleri) sahneye konmaya başlanmıştır. Bu tür telif eserleri, o zaman en çok oynayan sanatçı da Ahmed Fehim Efendidir.
Cemil Topuzlu Bey, Şehremini olarak, İstanbul’da bir belediye konservatuarı kurmak istiyordu. Belediye meclisinde kendisine taraftar bulunca, alınan kararla, bu iş için o zamanın parasıyla 3000 lira ayrıldı. Akabinde, meşhur tiyatrocu, Parisli (Paris Tiyatro Müdürü) Andre Antoine’la, Paris elçiliğimiz aracılığıyla anlaştı. Antoine, anlaşma gereği İstanbul’a geldi ve konservatuar için Şehzâdebaşı’nda Letâfet apartmanı tahsis olundu.
Konservatuar açılış törenleri hazırlıkları sürerken, Birinci Dünya Savaşı koptu. Bu durum karşısında Andre Antoine, memleketine dönmek zorunda kalınca, bu iş de böylece yarım kaldı.
Savaş sırasında, Dârülbedâyi sanatçıları, Asker Âilelerine Yardım Cemiyeti yararına Hüseyin Suâd’ın adapte ettiği Çürük Temel adlı oyunu sahneleyerek halka sundular. Bundan sonra, Halit Fahri Ozansoy’un Baykuş adlı manzum piyesi sahneye kondu. Savaş sonrasında, oyunlara devam edildi.
1927 yılında Dârülbedâyi adında bir dergi çıkarıldı. Bu dergi, 1935 yılından sonra, Türk Tiyatrosu adını aldı. Günümüzde de Şehir Tiyatrosu organı olarak yayınını sürdürmektedir. Dârülbedâyi, 1931-1932 mevsim döneminde Belediye Meclisinin genel kararıyla, Şehir Tiyatrosu olarak adını değiştirdi. Yeni bir tüzükle Şehir Tiyatrosu, İstanbul Belediyesi’ne bağlandı.
Bugünün şehir tiyatroları, Dârülbedâyi’nin teşkilât temelleri üzerine kurulmuştur. İstanbul’un çeşitli yerlerinde oyunlar sahnelenmektedir.
Dârüleytâm 1914’te, yetim ve öksüz kalan çocukları korumak amacıyla açılan yurtlar.
Birinci Dünya Harbi sırasında bilhassa doğu, güneydoğu ve batıda birçok bölgemiz; Rus, İtalyan, Yunan ve Fransız işgal kuvvetlerinin kıyımına uğradı. Bu mezâlim sırasında açıkta kalan binlerce çocuk, İstanbul ve düşman işgaline uğramayan bazı vilayetlerimize getirildi. Bunlar, harbin başlarında İngiliz, Fransız, Rus ve İtalyanların boşalttıkları okullara yerleştirildiler. Bu okullara, “yetimler yurdu” mânâsına gelen Dârüleytâm denildi.
1916’da kabul edilen kanunlarla, Dârüleytâmlara gelir bulunmak istendi ise de, bir netice alınamadı. İttihat ve Terakki Partisinin kötü idaresi dolayısıyla, sahipsiz kalan çocukların pek çoğu, açlık ve sefaletten hayatını kaybetti. 1918’de savaşın bitmesi ve mütârekenin imza edilmesinden sonra İstanbul’a gelen İtilaf devletlerinin, okul binalarına yerleşmesi sonucu, binlerce çocuk tekrar açıkta kaldı. Bunlardan bir kısmı, boş saraylara yerleştirilirken bir kısmı da İstanbul dışındaki vilayetlerde, kapatılan okullara yerleştirildiler. Kalan öğrenciler, İstanbul’da toplanıp, Şehir Yatı Mektebi adıyla Özel İdare'ye devredildiler. Bu öğrencilerden yetenekli olanlar, 1927’de Dârüşşafaka’ya alındılar. Kısa bir süre sonra, Dârüleytâm tamamen kaldırıldı.
Dârülfünün Türkiye’de, üniversiteye, 1933 senesine kadar verilen isim. İlk kuruluş yıllarında, modern anlamda bir üniversite eğitiminden çok, lise seviyesinde eğitim veren bu müessese, sonradan, değerli ilim adamlarının çalışmalarıyla yüksek bir ilim yuvası hâline geldi.
1845’te toplanan Maarif Komisyonunun kararıyla devlet dairelerine memur yetiştirmek gayesiyle, bir Dârülfünûn açılması çalışmalarına başlanmıştır. Ayasofya’da eski Cebehâne Kışlası ile Sultan Saraylarının arsasına, üç katlı ve yüz yirmi beş odalı bir bina tahsis edildi. Mekteb-i Hukuk'un kuruluşuna kadar eğitim hizmetlerinde ve devlet işlerinde kullanılan bu binada, idâdî ve rüştiyelerden sonra, 14 Ocak 1863’te Dârülfünûn öğretimi başladı. Laboratuarı ve çok geniş bir kütüphanesi olan Dârülfünûnun’da, Kimyâger Derviş Paşa, Ahmed Cevdet Paşa, Ahmed Vefik Paşa, Hekim Salih Paşa ve Müneccim Osman Efendi gibi, devrin kıymetli ilim adamları ders veriyorlardı.
1865’te, Çemberlitaş semtinde Nuri Paşa Konağına taşınan Dârülfünûn, kısa bir süre sonra çıkan yangında kütüphane ve laboratuarı yanınca, eğitime ara vermek zorunda kaldı. Maarif Nâzırı Safvet Paşa'nın gayretleriyle, Türbe’de ikinci bir Dârülfünûn binası yaptırıldı. 1870’te açılan okulun ilk rektörü Yanyalı Hoca Tahsin Efendi olmuştur. Kısa bir süre sonra, karışıklıkların merkezi olması sebebiyle, bu okul, 1871’de kapatıldı.
1896’da Sadrazam Said Paşanın Sultan İkinci Abdülhamid Hana sunduğu bir lâyiha ile Dârülfünûn’un tekrar tesisine başlanmış, fakat Osmanlı-Yunan savaşının çıkmasıyla, iş yine tehir edilmişti. 1 Eylül 1900’de Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın isteği ile Dârülfünûn-ı Şahâne adıyla tekrar tesis edildi. Mülkiye, Hukuk, Tıbbiye mekteplerinin yanına Ulûm-ı Aliyye-i Dîniyye, Edebiyat, Ulûm-i Riyâziye ve Tabiiye kolları ile Türkçe, Arapça, Farsça'dan başka Fransız, Alman, İngiliz ve Rus filolojilerini toplayan bir bölüm ilave edildi. Yeniden kurulan okulda, yerli hocalardan başka Avrupalı hocalar da ders veriyordu.
İkinci Meşrutiyet'ten sonra, 21 Eylül 1908’de, Vezneciler’deki Zeyneb Hanım Konağına taşındı ve program yeniden düzenlendi. 1912’de Lüleburgazlı Emrullah Efendinin hazırladığı programla, Dârülfünûn’un, modern üniversite hâline getirilme çalışmalarına başlandı. Zeyneb Hanım Konağının yeterli olmamaya başlamasıyla, Yerebatan’da Kimya, Feyzullah Efendi Konağında Jeoloji, İbrahim Paşa Konağında Doğu Dilleri ve Safvet Paşa Konağında Coğrafya Enstitüleri tesis olundu.
Birinci Dünya Savaşı esnasında, Almanya’dan, edebiyat, fen ve hukuk fakülteleri için davet edilen profesörler ile öğretim kadrosu güçlendirildi. Savaştan sonra, yeni bir yönetmelik hazırlandı. Buna göre, Dârülfünûn’u her yıl seçilen bir rektörün (emin) başkanlığı altında, fakülte temsilcilerinden meydana gelen bir dîvân (senato) idare edecekti. Yine bu yönetmeliğe göre, dört medrese (fakülte) bulunacaktı: Edebiyat, Hukuk, Tıb ve Fünûn.
Cumhuriyetin ilanından sonra Dârülfünûn’a, eski Harbiye Nezâreti binası (İstanbul Üniversitesi merkez binası) öğretim için verildi ve ilk rektör İsmail Hakkı Baltacıoğlu oldu. 1924’te çıkan kanunla, Dârülfünûn’a hükmî şahsiyet (tüzel kişilik) verildi. 31 Mart 1933 tarihli ve 2252 sayılı Üniversite Kanunu ile Dârülfünûn lağvedilmiş ve yeni üniversite kurma işi, Maarif Vekâletine (Millî Eğitim Bakanlığı) verilmiştir.
Dârülhadîs Hadis ilminin öğretildiği medreselere verilen isim.
İlk defa, Selçuklu atabegi Nûreddin tarafından, Şam’da açıldı. Böylelikle hadis öğrenimi, camilerden medreselere geçmeye başladı. Sonradan Dârülhadîs medreselerinde, Kur’ân-ı kerîme ait ilimler de okutulmaya başlandığından, bu medreselere Dârül Kur’an ve’l-Hadîs ismi verildi.
Anadolu’da ilk Dârülhadîs, İlhanlı vezîri Şemseddin Cüveynî’nin Sivas’ta kurduğu medresedir. Osmanlı Devletinde ilk Dârülhadîs Bursa’da, ikincisi ise 1447’de, Sultan İkinci Murad Han tarafından, Edirne Üçşerefeli Camii Külliyesi içinde öğretime açılmıştır. İstanbul’da ilk Dârülhadîs, Süleymaniye Camii Külliyesi dahilinde faaliyete başladı. Daha sonra gittikçe fazlalaşan Dârülhadîslerin sayısı, 17. asırda 135’e kadar çıkmıştır.
Diğer medreselere göre daha yüksek seviyeli Dârülhadîslerin, müderrisleri de rütbe olarak daha yüksekti. Meselâ, Dârülhadîs müderrislerinin yüz akçe yevmiyeli oldukları devirde diğer müderrisler altmış akçe yevmiye alırlardı. “Kibâr-ı Müderrisîn” olarak isimlendirilen bu müderrisler, merasimlerde diğerlerine başkanlık ederlerdi.
Dârülmuallimât 1870 yılında, Osmanlı Devletinde, ilk ve orta öğretim kız mekteplerine kadın öğretmen yetiştirmek için açılan okul.
Osmanlı Devleti'nde, kızlar için ilk iptidâiye (ilkokul) ve rüştiye (ortaokul) mektepleri, 1858 yılında açıldı. 1869 Maârif-i Umûmiyye Nizamnâmesi’nde, bu okullara öğretmen yetiştirmek amacıyla bir kız öğretmen okulunun açılması öngörüldü. Nitekim, bu maksatla, 26 Nisan 1870’te Dârülmuallimât adıyla, İstanbul’da Sultanahmed semtinde bir konakta açılan okulda eğitime başlandı. Bu ilk kız öğretmen okulu, Dârülmuallimât-ı Sıbyan ve Dârülmuallimât-ı Rüştiye bölümlerinden meydana geliyordu. Sıbyan muallimliğinin öğretim süresi iki, rüştiye muallimliğinin dört yıldı. Mektepte, ulûm-i dîniye, hesap, kavâid-i lisan (dilbilgisi), nakış, resim, hat, tarih ve coğrafya dersleri okutuluyordu.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 7:53 pm | |
| 1910-11 öğretim yılında, Fatih semtinde, Dârülmuallimâtın bir yatılı bölümü açıldı. 1913’te bazı büyük vilayet merkezlerinde de, yeni Dârülmuallimâtlar açıldı. 1916’da, Dârülmuallimât için, yeni bir nizamnâme ve müfredat programı oluşturuldu. Buna göre Dârülmuallimât, ibtidâî, izhârî ve âlî olmak üzere üçe ayrıldı. 1918’de çıkan Fatih yangını sırasında okulun yanması üzerine mektep, Çapa’daki binasına taşındı. İlk uygulamalı dersler, burada başlatıldı. 1922’de Maârif Vekâletine bağlanan Dârülmuallimât, 1924’te Kız Öğretmen Okulu adını aldı.
Dârülmuallimîn Sultan Abdülmecid döneminde, rüştiyelere (ortaokul) erkek öğretmen yetiştirmek üzere açılan okul (1847).
Daha sonra okulun programında yapılan düzenlemelerle, iptidâîlere (ilkokul) ve idâdîlere (lise) de öğretmen yetiştirilmesine başlandı. Böylece Dârülmuallimîn, iptidâî, rüştiye ve idâdî olmak üzere üç bölümden meydana geldi. Medrese öğrencilerinin alındığı okulun iptidâîye kısmı iki, rüştiye ve idâdî kısımlarının ise öğretim süreleri üç yıldı. Talebelerine maaş bağlandı. Okulun iptidâî kısmında hesap, coğrafya, kitâbet, tarih, Farsça, cebir, hendese (geometri), resim, Fransızca, kozmoğrafya, hikmet, kimya; rüştiye kısmında Arapça, Farsça, coğrafya, tarih, inşâ, rik’a, hesap, hikmet, astronomi, kimya, cebir, hendese, usûl-ü defterî, resim; idâdî bölümünde ise hesap, muâmelât, usûl-ü defterî, cebir, mantık, tarih, lisân-ı ecnebi, hüsn-i hat, resim, inşâ-ı Türki, ilm-i Selefat, hendese, kozmoğrafya, mebâdi-i ulûm-i tabiiye ve hıfzıssıhha dersleri öngörülmüştü. Dârülmuallimler, 1875 yılından itibaren yaygınlaştırılarak İstanbul dışında da açılmaya başladı. Bosna, Girit, Amasya, Sivas, Kudüs, Erzurum, Van, Musul, Aydın, Konya, Haleb, Elaziz ve Trabzon gibi vilâyet merkezlerinde, yeni Dârülmuallimînler açıldı.
Dârülmualliminîn idâdî şubesi, 1880 yılında kapatıldı. Bunun yerine idâdî ve sultânîlere öğretmen yetiştirmek üzere Dârülmuallimînin iptidâî ve rüştiye şubelerinin yanında, bir de âlî şubesi açıldı (3 Kasım 1891). Her üç şubede de öğretim süresi, ikişer yıl olarak tespit edildi. Yeni yönetmeliğe göre, iptidâi şubelerine gireceklerin, yapılacak imtihanda, Arapça, sarf ve nahv, hüsn-i hat ve imlâ, kıraat-ı Türkî’den başarı göstermesi, güzel ahlâk sahibi, sağlam ve 20-30 yaş arasında olması gerekiyordu. Son maddeler, diğer şubeler için de geçerliydi. İptidâî şubesi mezunları veya eş seviyede bilgiye sahip olanlar, rüştiye şubesine kabul ediliyorlardı. Rüştiye şubesi ile idâdî ve sultânî okullarını bitirenler, bir yıl içinde müracaat ettikleri takdirde, âlî şubesine kayıt yaptırabiliyorlardı.
İstanbul Dârülmuallimîn mektebinin âlî kısmı, 1909’da kaldırılarak, öğrencileri Dârülfünûn’a alındı. Dârülmuallimîn mektebinin adı, 1924’te, Erkek Öğretmen Okulu olarak değiştirildi.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 7:54 pm | |
| Dârüssaâde Ağası Kızlar ağası olarak da bilinen ve Osmanlı sarayında bütün enderûn ve harem ağalarının en büyüğüne verilen isim.
Teşrifâttaki mevkii, kapı ağası ve sonradan rütbesi yükselen silâhdar ağadan yüksekti. Derecesi sadrâzam ve şeyhülislâmdan sonraydı.
Dârüssaâde ağasının asıl vazîfesi, Topkapı Sarayının harem kısmını idâre etmekti. Bu vazîfesini emri altındaki zenci ağalar vâsıtasıyla yerine getirirdi.
Hareme gelen zenciler en aşağı rütbede hizmete başlardı. Sonra sırasıyla acemi ağalığı, nöbet kalfası, ortanca, hâsıllı, on ikinci hâsıllıktan terfî ile yaylabaşı gulamı, yeni saray baş kapı gulamı olurlar ve nihâyet en kâbiliyetli olan Dârüssaâde ağası (kızlar ağası) tâyin olunurdu.
Hadım ağalarının en kıdemlisi, muhâfız kapı oğlanlarına kethüdâ tâyin olunur, sonra terfi ederek baş kapı oğlanı olur, daha sonra sultan ve sultanzâdelerin merkezi olan eski saray ağalığına geçer ve oradan da münhal (boş) olduğu takdirde Dârüssaâde ağalığına getirilirdi.
Dârüssaâde ağalarının rütbeleri bu müessesenin ihdâsından îtibâren uzun süre ak ağaların altında bulunmuş ise de, pâdişâha devamlı yakın olmaları hasebiyle mânen derece olarak yüksektiler. Sonradan maddeten de ak ağaların üst rütbesine çıktılar.
Dârüssaâde ağası tâyin olan zâta pâdişâhın huzûrunda samur kürk giydirilir ve tâyinini bildiren bir hatt-ı hümâyûn verilirdi. Azilleri hâlinde Mısır’a gönderilerek “âzâdlık” denilen bir maaş tahsis edilirdi. Hizmete devâm eden ağaların ise belli miktarda hasları vardı.
Dârüssaâde ağalarının nüfuzları bilhassa 17. ve 18. asırlarda çok arttı. Gerçekten bu devirde yaşayan Hacı Mustafa Ağa, Hacı Beşir Ağa devlet idâresinde geniş selâhiyetleri bulunan kişiler hâline gelmişlerdi.
Haremeyn-i şerîfeyn de denilen Mekke ve Medîne Evkâfının idâresine Dârüssaâde ağaları nezâret ederlerdi. Haremeyn Evkâfının geliri her sene tahsil edildikten sonra deftere kaydedilerek pâdişâha arz edilirdi. Daha sonra bunlar Mekke, Medine ve Kudüs’e gitmek üzere görevlendirilen surreler ile yerlerine gönderilirdi. Defterler ise kontrolden geçtikten sonra, Dârüssaâde ağası tarafından bir sene boyunca saklanırdı. Haremeyn hazînesi devlet hazînesinden ayrı olarak idâre edilir, pâdişâhın yazılı müsâadesi olmadan bir akçe bile sarf edilemezdi.
Pâdişah vakıflarının idâresi de ağaların vazîfesi cümlesindendi. Dârüssaâde ağaları nezâretleri altındaki vakıfların işlerini tedkik etmek üzere her çarşamba günü dîvân kurarlardı. Dîvânda Harameyn Evkâfı müfettişi, muhâsebecisi, mukâtaacısı ile rûznâmeci, baş halîfe, yazıcı gibi memurlar hazır bulunurlardı.
Haremeyn Evkâfına âit mukâtaaların ihâlesi, ferağ, intikal ve mahlûlât işleri, selâtin (pâdişâh) câmileri hademelerinin azil ve tâyinleri bu dîvânda görüşülür ve karâra bağlanırdı. Bütün kararlar mütevellîlerin arzlarıyla alınırdı. 1834’te Haremeyn Vakfı Nezâreti teşkil olunmuş ve Haremeyn Evkâfının idâresi bu memuriyete devredilmiştir.
Sarayın Bîrûn kısmı memurlarından olan çadır mehterbaşısı, hazînedârbaşı, bezirgânbaşı, pişkeşçibaşı da Dârüssaâde ağasının emri altındaydı.
Dârüşşafaka
İstanbul’da öksüz ve yetim çocukların eğitimini sağlamak maksadıyla açılan ilk parasız yatılı okul.
1865 senesinde, Müslüman fakir çocukların öğrenim imkânına kavuşmaları için, “Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslâmiyye” adında bir cemiyet kuruldu. Cemiyeti kuranların başında, Maliye Nâzırı Yusuf Ziya Paşa, Gâzi Ahmed Muhtar Paşa, Vidinli Mareşal Tevfik Paşa geliyordu. Cemiyet, önce Beyazıt'ta Sîmkeşhâne Çarşısının yanında, Vâlide Emetullah Hanımefendinin mektebini tamir ederek işe başladı. Okuma-yazma ile başlayan öğretim, Kur’ân-ı kerîm, ilmihal bilgileri, matematik, geometri ve coğrafya dersleri ile devam ediyordu.
Öğrencilerin sayısının hızla artması ve bu mektebin kâfi gelmemesi üzerine, devrin padişahı Abdülaziz Han'ın maddî ve manevî desteği, hayır sever Müslümanların da yardımlarıyla “Cemiyet-i Tedrisiyye-i İslâmiyye”, 1869 senesinde Dârüşşafaka Lisesinin inşasına İstanbul-Fatih semtinde başladı. İnşaat, dört sene sürdü. 12 Haziran 1873 günü, derslere törenle başlandı. Okula ilk olarak, elli dört öğrenci alındı. 1923 senesinde lise eğitimine geçildi. 1927 senesine kadar, lise öğretimi devam etti. Bu günkü tüzük, 1953 yılında kabul edilmiştir.
İki ayrı bina hâlinde yapılan Dârüşşafaka Lisesinde, önce kız ve erkek öğrenciler, ayrı binalarda okurdu. Sonra kızlar alınmayıp, sadece erkek öğrenciler okumaya başladı.
İsmâil Safa, Ahmed Rasim, Riyâziyeci Salih Zeki, Hüseyin Remzi Bey, buradan mezun olmuşlardır.
İlk kurulduğu zamanlar, dersleri cemiyet üyeleri vermekteydi. Daha sonraları, tayin edilen öğretmenler vermeye başladı. Öğretim süresi bir yıl hazırlık, üç yıl orta, üç yıl da lise olmak üzere toplam yedi yıldır. Eğitim öğretim ücretsizdir. Dârüşşafaka Lisesi, aynı isimle İstanbul-Fatih semtinde halen eğitim ve öğretimini sürdürmektedir (1993).
Defterdar “Defter Tutan” mânâsında Osmanlılarda devletin bütün mâlî işlerine nezâret eden ve günümüzde Mâliye Bakanına karşılık olan memur.
Osmanlılarda mâlî teşkîlat ilk defâ Sultan Birinci Murad zamânında kurulmuş ve zaman içinde tekâmül etmiştir. Fâtih Kânunnâmesi, Abdurrahmân Paşa ve Eyyûbî Efendi Kânunnâmelerinde defterdâr, devlet hazînesini pâdişâha vekâleten idâre eden memur olarak görülmektedir. Bu kânunnâmelere göre dış hazîne ve mâliye kayıtlarının açılıp kapanması defterdârın eliyle yapılırdı.
Defterdârın şahsî gelir kaynakları şöyleydi: Dirlik olarak has verilirse bu 600.000 akçelik timar olur veya hazîneden maaş alacaksa 150.000 ilâ 200.000 akçe arasında ödeme yapılırdı. Ayrıca iltizam ve emânet usûluyle idâre ettiği haslardan imzâ hakkı ismiyle 100.000 akçede 1000 akçe alırdı. Bundan başka hazîneye giren paradan binde yirmi ve pâdişâha gelen hediye ve haraç ile ağnam vergisinden de hisse alırdı.
Başdefterdârın derecesi 15. asırda beylerbeyi ile aynı idi ve vezirlerden bir rütbe aşağı idi. Bu dönemde dört vezir olduğu bilindiğine göre defterdârın teşkilât içindeki önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Sultan İkinci Bayezid’e kadar bir baş defterdâr ve maiyetinde hazîne ve mal defterdârı vardı. Fakat Osmanlı ülkesinin genişlemesi ile bu memuriyet Anadolu ve Rumeli Defterdârlığı olmak üzere ikiye ayrıldı.
Yavuz Sultan Selim’in, devleti doğuya ve güneye genişletmesi, buradaki mâlî işleri idâre edecek ve merkezi Halep’te olan “Arap-Acem Defterdârlığının tesisini zarûrî kıldı. Böylelikle defterdâr sayısı üçe çıktı. Bunlar rütbelerine göre, senede hazîneden Rumeli Defterdârı (Şıkk-ı Evvel Defterdârı) 160.000 akçe, Anadolu Defterdârı (Şıkk-ı Sâni Defterdârı) 140.000 akçe, Arap-Acem Defterdârı ise 130.000 akçe maaş alırlardı. Eyâletlerde yarı müstakil kenar defterdârlarından gelen ve sorulan meseleler başdefterdâr vâsıtasıyla pâdişâha arz edilirdi.
Sultan Üçüncü Mehmed zamânında Tuna havzası haslarına bakmak üzere Şıkk-ı Sâlis Defterdârlığı kurulmuş fakat kısa süre sonra lâğvedilmiştir. On altıncı asrın ikinci yarısında da Arap-Acem Defterdârlığı kaldırılmış ve bunun yerine geçmek üzere Diyarbakır, Şam, Erzurum, Trablus ve Halep eyâletleri için birer defterdârlık ihdâs edilmiştir. 1584’te ise Anadolu Defterdârlığı; Anadolu, Karaman ve Sivas kenar defterdârlığı olarak üç kaleme ayrıldı.
Nizâm-ı Cedîd’in kurulmasıyla Sultan Üçüncü Selim devrinde Şıkk-ı Sâni Defterdârı, yeni kurulun Nizâm-ı Cedîd Hazînesine memur olmuş ve idâre ettiği İrâd-ı Cedîd Hazînesinden dolayı İrâd-ı Cedîd Defterdârı ismi verilmiştir.
Mâlî muâmeleler ve şikâyetler, “Defterdâr Kapısı” denilen Defterdâr Dîvânında halledilirdi. Bütün mâlî hükümler burada yazılır ve her defterdâr kendi dâiresinden çıkan hükmün arkasına imzâsını atardı. Fakat 17. asrın ortasında mâliyeden çıkan bütün hükümlere yalnız Başdefterdârın kuyruklu imzâsının konulması ve Defterdâr Kapısında sâdece onun mukâtaa tevcih etmesi kânun oldu. Mâliye kalemlerine memur alınması Şıkk-ı Evvel Defterdârının pâdişaha arzı ile yapılırdı. On yedinci asırdan îtibâren diğer iki defterdâr sâdece şekilde kalmıştır.
Fâtih Kânunnâmesi’ne göre, Başdefterdârlığa sâdece mal veya hazine defterdârı, şehremini ve 300 akçe yevmiyeli kâdılardan tâyin yapılırken, sonraki devirlerde ikinci defterdâr, başmuhasip kalemi reisi, hattâ mâliye ile ilgisi olmayan devlet adamlarından tâyinler yapıldığı görülmüştür.
Her üç defterdâr da Dîvân-ı Hümâyûn âzâsıydı ve bütün toplantılara katılırlardı. Dîvânhâne’de kazaskerlerin altında ve sadrâzamın solunda otururlardı. Arz günlerinde vezirlerle berâber, tek olarak pâdişahın yanına girer ve mâlî konularla ilgili mâruzâtta bulunurdu. Mâlî konularda Başdefterdâr pâdişahla görüşmeden önce sadrâzamın görüşünü almak zorundaydı. Başdefterdâr her akşam aldığı hazîne muâmelelerine dâir icmallere dayanarak, haftada 2-3 gün sadrâzama mâlumat verirdi.
Pâdişah veya sadrâzam sefere gittiğinde mâliye ve hazîne defterdârı ile birlikte Başdefterdâr da gider, yerine merkezdeki işleri yürütmek üzere ikinci defterdâr veya münâsip bir başkası vekil olarak kalır ve bu vekile Rikâb-ı Hümâyun Defterdârı adı verilirdi.
Defterdârlık 1838’de kaldırılmış ve bu memûriyetin vazîfesini görmek üzere Mâliye Nezâreti tesis edilmiş ilk Mâliye Nâzırı olarak da Nâfiz Paşa tâyin edilmiştir.
Derbend Teşkilatı Anadolu ve Rumeli’nin dağlık bölgelerindeki geçit ve yolları korumak ve yolcuların güvenliğini sağlamakla görevli teşkilât. Bu teşkilâtta görevli olanlara derbendci denirdi.
Kervanları ve yolları korumak için kurulan İlhanlı Tutkavul sisteminden geliştirilen Derbend teşkilâtı, Osmanlı Devleti'nde 14. asrın sonlarında kurulmaya başlandı. Derbend tesisleri, etrafı duvarla çevrili küçük bir kale olup, yanında han, cami, mektep ve dükkânlar bulunmaktaydı. Böylece, derbend yakınında, köy veya küçük bir kasaba teşekkül ederdi. Derbendler, daha çok, yolların kavşak noktalarına ve merkezî öneme sahip yerlere yapılırdı. Bundan dolayı, derbendci olarak yazılan köy halkı, yaptıkları hizmete göre bazı vergilerden veya hepsinden muaf tutulurdu. Derbendler, bölgenin ve yolun emniyetinin sağlanması yönünden mühim birer tesis olmakla birlikte, ıssız yerlerin iskâna açık hâle getirilmesi için de kullanılmıştır.
Derbendler, yurtluk ve ocaklık şeklinde, timar yoluyla tasarruf olanlar ile muafiyet usulüyle tevcih edilerek, tehlikeli yerlere yerleştirilip halkın muhafazasına memur edilenler olmak üzere, hukuken iki kısma ayrılır. İkinci gruba giren Derbendler, daha çok vakıf ve has toprakları veya devlet arazisi üzerinde kurulurdu. Kullanılış yönünden ise, Derbend mahiyetindeki kuleler, büyük vakıf şeklindeki Derbend tesisleri, han ve kervansarayların Derbend olarak kullanılması, köprü yakınlarında bulunan Derbendler olmak üzere dört bölüme ayrılırlardı.
Derbendlerde muhafız olarak, Müslüman ve Hıristiyanlar görevlendirilirdi. Hıristiyan olanlara, Martolos denilirdi. Kanunî Sultan Süleyman devrinde, Macaristan topraklarında birçok Hıristiyan, bu işte kullanılmıştır. Derbendlerde, yirmi beş ile otuz kişilik bir muhafız bölüğü bulunurdu. Bunlar, düzenlenen seferlere, en az beş kişi olmak üzere, nöbetleşe katılırlardı. Sefere gitmeyenler, hizmet yerine gidenlere sefer başına elli akçe öderlerdi. Derbend muhafızları, kendilerine verilen küçük toprak parçalarını işlerler, kısmen veya tamamen vergi muafiyetine sahip olurlardı. Derbend muhafızları, korudukları yollardan geçenlerden ücret aldıkları gibi, bölgede soyulan yolculara da tazminat öderlerdi. Korudukları köyler, Derbend karakollarına adam vermek ve bunların giderlerini karşılamak mecburiyetindeydiler.
Derbendler, görevleri yönünden önemli olmalarına rağmen, 17. asrın sonlarından itibaren bozulmaya başladı. Bu durum, emniyetin bozulmasına ve çevre köy, hattâ kasaba halkının eşkıya baskısından korunmak için yerlerini terk etmelerine sebep oldu. Devlet, bu bozukluğu, 18. asrın başlarından itibaren yeniden düzene sokmaya başladı ve Derbend ahalisini, eski yerlerine yerleştirdi veya yeni ahali sevk etti. Böylece, Anadolu’da yollar üzerindeki harap ve boş hanlar tamir edilerek, müstahkem bir hâle getirildi. Tamir sırasında, içinde oturacakların bütün ihtiyaçlarını karşılayacak derecede imar faaliyetlerine de önem verilerek, adeta bir kasaba şeklinde yeniden düzenlendi. Derbend, han ve vakıf tesislerinin tamiri ve mamur hâle getirilmesi, kısmen başarıya ulaştı. Bir müddet sonra ihmale uğrayan Derbendler, 19. asırda yeniden tamire muhtaç hâle geldi. Belli başlı noktalardaki han ve Derbendler tamir edildi. Osmanlı Devletiyle birlikte, Derbent Teşkilâtı da ortadan kalktı.
Müslüman Türk Devletlerinde Dîvân Büyük Selçuklu Devletinde merkezde veya hükümdârların bulundukları yerlerde umûmî devlet işlerini yürüten ve Dîvân-ı Sultân adı verilen büyük bir dîvân vardı. Bundan başka, merkezde devletin mâlî, askerî, adlî, muharrerât gibi işlerini yürüten ikinci derecede dîvânlar vardı. Eyâletlerde de dîvânlar kurulmuştu. Vezir büyük dîvânın reisi ve mesul âmiriydi. Buna Sâhib-i Dîvân-ı devlet denilirdi. İlk zamanlarda bu dîvâna hükümdâr başkanlık etmişse de, genelde idâreyi vezîr yürütürdü. Büyük Selçuklu Devletinde hükümdârın re’sen, yâni başlı başına verdiği emirler de, dîvânda görüşülüp, istişâre ve müzâkere edildikten sonra karara bağlanırdı. Kesin olarak bilinmemekle berâber, kaynaklardan anlaşıldığına göre; vezir, mâliye vekîli olan sâhib-i zimam vel-istifâ veya müstevfî, sâhib-i tuğra veya tuğrâî denilen nişancı veya münşî ve devletin umûmî müfettişi müşrif ve millî müdâfaa vekîli olan emîr-i ârız-ül-ceyş, dîvânın belli başlı üyeleriydiler.
Selçuklularda ilk dîvân, 1036 senesinde Tuğrul Beyin başkanlığında toplanmaya başladı. Dîvân haftada iki defâ toplanırdı. Kutalmışoğlu Süleymân Şâh, Anadolu’ya gönderildiği zaman, Büyük Selçuklu dîvânından onun maiyetine vezir ve devlet ricâli verilmişti.
Selçuklu Devletinde büyük dîvândan başka şu dîvânlar vardı:
1. Müstevfî Dîvânı: Bu dîvân, devletin mâlî işlerine bakardı. Bütün mâlî işlerden mesuldü. Vilâyetlerdeki Amîd denilen haraç ve tahsil memurları bu dîvâna bağlıydı. Her vilâyetin varidâtını ve masraflarını tâyin, bu dîvâna âitti.
2. Tuğra ve İnşâ Dîvânı: Sultânın vilâyetlerle ve eyâletlerle haberleşmesini sağlar, berat, nişan veya menşur denilen hükümdâr tuğrasını taşıyan, arâzi ve tâyinlere âit vesikaları verirdi. Dîvânın reisine, Tuğra, İnşâ veya Tuğrâî adı verilirdi. Bu dîvân, Tuğra ve Dîvân-ür-Resâil vel-İnşâ olarak ikiye ayrılır ve ikincisinin reisine Münşî denilirdi. Tuğrâînin bir vazîfesi de; sultan ava çıktığı zaman, maiyetinde bulunup vezire vekâlet etmekti.
3. Müşrif Dîvânı (Dîvân-ül-İşrâf): Bu dîvânın vazîfesi, devletin mâlî ve askerî işlerinin yolunda gidip gitmediğini teftiş etmekti. Dîvân reislerine İşrâf-ı Memâlik, Sâhib ü Dîvân-ı İşrâf-ı Memâlik veya İşrâf-ül-Memleke denirdi. Bu reisler, son derece îtimâda şâyân, dîvân ve devlet işlerinde tam bir vukûf sâhibi olan kimselerden seçilirdi. Onlar da îcâb ettikçe, şehirlere ve nâhiyelere vekil göndererek işleri inceletirlerdi. Bu vekillerde de îtimâd ve liyâkat aranırdı.
4. Dîvân-ı Ârız: Dîvân-ı Arz da denilen bu dîvânın vazîfesi; askerin maaş ve levâzımâtını temin etmekti. Bugünkü tâbirle Millî Savunma Bakanlığının vazîfesini üstlenmişti. Ordunun levâzımâtına ve ihtiyâçlarına bakan, maaşlarını veren, defterleri tutup yoklamalarını yapan dîvândı. Reisine Emîr-i Ârız denirdi.
Anadolu Selçuklu Devletinin mühim dâirelerinden biri de Dîvân-ı Tuğra idi. Bütün menşûr, berât ve nâmeler, bu dîvânda yazılır ve hükümdâr alâmet ve tuğrası burada çekilirdi. Bu dâirenin reisine Tuğrâî denirdi. Bunlar Arapça ve Farsçayı iyi bilen âlim ve ediplerden tâyin edilirdi. Bir diğer dîvân da Dîvân-ı İşrâf olup, devletin mâlî ve idârî işlerini kontrol eder ve îcâb eden yerlere nâib, yâni dîvân nâmına vekil memur gönderirdi. Bir de adliye işlerine bakan Emîr Dâd Dîvânı vardı. Tevkif işlerine bakardı. Îcâb edince vezîri ve diğer dîvân âzâlarını da tevkif edebilirdi. İlhanlılarda, Akkoyunlularda ve Memlûklerde de dîvânlar vardı. Bu dîvânların teşkilâtları, birbirine çok benzemekteydi.
Selçuklularda, bu dîvânların dışında, büyük dîvâna dâhil olmayan dîvânlar da vardı. Şer’î işlerin dışında kalan dâvâlara bakan Dîvân-ı Mezâlim, posta işlerini gören Dîvân-ı Berîd bunlardandı. Dîvân-ı Berîd’in reisi, Sâhib-i Berîd olarak anılırdı. Bunu hükümdâr kendisi tâyin ederdi. Bu dîvân vâsıtasıyla hükümdâr, memleketin her tarafından haber alırdı. Memleketin dört bir ucundan haber getirmek üzere Peykler, yâni piyâdeler (sâîler) vazîfelendirilirdi.
Anadolu Selçuklularında ise devletin bütün işlerini yürüten büyük dîvândan başka çeşitli dîvânlar vardı. Büyük dîvâna, Dîvân-ı Saltanat veya Dîvân-ı Âlî denirdi. Bu dîvâna vezîr, îcâb edince de hükümdâr başkanlık ederdi. Büyük dîvândan başka, büyük dîvân tarafından kendilerine havâle edilen işleri gören ikinci derecede dîvânlar vardı. Bu dîvânlar Niyâbet-i Saltanat veya Niyâbet-i Hazret, Müstevfî, Pervâne, Tuğrâ veya İnşâ, Ârız, İşrâf-ı Memâlik dîvânlarıydı. Bu dîvânların reisleri, büyük dîvânın âzâlarından idiler. İkinci derecedeki dîvânlardan Niyâbet-i Saltanat makâmındaki kimse, vezirden sonra gelirdi ve hükümdâr merkezde bulunmadığı zaman, ona âit devlet işlerine bakardı. Niyâbet-i Hazret; Anadolu Selçukluları, Moğolların nüfûzu altına düştükten sonra, Moğollar adına Selçuklu idâresinde söz sâhibi olan nâibe verilen addı. Devletin bütün mâlî işlerine Dîvân-ı İstifâ bakardı. Yalnız arâzi ve iktâ defterleri ve onların muâmeleleri, büyük dîvâna ve bu dîvâna bağlı Pervâne denilen dîvâna bırakılırdı. Pervâne, büyük dîvânda bulunan arâzi defterlerinde, has ve iktâ yâni dirlik olan timara âit tevcihâtı yapan ve buna dâir menşûr ve beratları hazırlayan mühim bir dâireydi. Bu dâirenin reisine Pervâneci ve bu berât ve menşûrlara da Pervâne denilmiştir.
Osmanlı Devletinde ise devlet işlerini yürüten, gerekli kararları alan devlet yetkililerinin toplandığı yüksek kurul anlamına gelen dîvân vardı. Bu durum, devletin daha kuruluş yıllarında ortaya çıkmıştı. Kısa zamanda vazîfesi ve vazîfesinin sınırları üzerinde duracağı kânunları tesbit edilmiş bir hâle gelen dîvân, bütün devlet kuruluşlarının üstünde husûsî bir ad ile anılmaya başlandı. En büyük dîvân, Dîvân-ı Hümâyûn’du. .
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 7:55 pm | |
| Dîvân-ı Hümâyun Mühim devlet işlerinin görüşüldüğü ve karara bağlandığı yüksek merci. Dîvân-ı Hümâyûn, bugünkü Bakanlar Kuruluna benzetilebilir. (Bkz. Müslüman Türk Devletlerinde Dîvanlar)
Diğer Türk ve İslâm devletlerinde olduğu gibi, Osmanlılarda da Dîvân-ı hümâyûn adı ile bütün mühim devlet işlerinin görüldüğü ve karara bağlandığı bir merci olmak üzere, büyük dîvân vardı. Osmanlı Devletinin merkez teşkilâtının üç büyük temel unsurundan biri de, Dîvân-ı hümâyûn ve kalemleridir. Diğerleri Bâb-ı âsafî ve kalemleri ile Bâb-ı defterî ve kalemlerinden meydana gelmektedir. Dîvân-ı hümâyûnda, imparatorluğa ait siyasî, idarî, askerî, örfî, şer’î, adlî ve malî işler, şikâyet ve davalar görüşülüp, ilgililer tarafından tetkik edildikten sonra, bir karara bağlanırdı. Dîvân, hangi dil ve millete mensup olursa olsun, her sınıf halka, kadın erkek herkese açıktı. Devletin idarî, siyasî ve örfî işleri doğrudan doğruya; diğerleri, bir müracaat, bir itiraz veya bir lüzum üzerine tetkik edilirdi. Memleketin herhangi bir yerinde haksızlığa uğrayan, zulüm gören veya mahallî kadılarca haklarında yanlış hüküm verildiğini iddia edenler, vakıf mütevellîlerinin haksız muamelelerine uğrayanlar, idarî veya askerî âmirlerden şikâyeti olan herkes ve diğer davacılar Dîvân-ı hümâyûna bizzat başvururlardı. Bütün davalar burada tarafsızlıkla görülürdü. Ayrıca, harp ve sulh gibi kararlar dîvânca verildiği gibi, bütün mühim devlet işleri de burada müzakere edilir ve neticelendirilirdi. Dîvânda bitmeyen veya padişaha arza muhtaç olmayan gerek resmî ve gerek hususî işler, padişahın mutlak vekili olan veziriâzamın İkindi Dîvânı'nda müzâkere edilir ve karara bağlanırdı.
Dîvân-ı hümâyûn, mutat toplantılarından başka, kapıkulu askerlerine ulûfe dağıtımı için üç ayda bir fevkalâde olarak toplanırdı. Gelen yabancı elçiler de, bu vesile ile sadrazamla görüşürler ve daha sonra padişahın huzuruna çıkarlardı. Buna, Galebe Dîvânı denirdi. Padişahın, tebaasıyla ve bilhassa askerî sınıflarla vasıtasız olarak görüşmesi gayesiyle, tahtın, Bâbüssaâde denilen, sarayın üçüncü kapısı önünde kurulması suretiyle akdedilen olağanüstü toplantılara ise, Ayak Dîvânı denirdi. Ayak dîvânları, ekseriya ihtilal veya karışıklık zamanlarında olurdu. Hükümdar, burada halkla veya askerle doğrudan doğruya temas eder, dertlerini dinlerdi. Ayak Dîvânının, mühim ve acele işleri müzakeresi ve derhal bir karara varılması için, hükümdarın veya serdâr-ı ekremin başkanlığında, saray dışında ve meselâ sefer zamanlarında ordunun bulunduğu yerde toplandığı da olurdu. Bu sırada müzakerelere, yalnız devlet adamları ve tecrübeli komutanlar katılırdı.
Fatih devrine kadar, dîvâna bizzat padişahlar başkanlık ederlerdi. Daha sonra padişah adına veziriâzamlar başkanlık etmişlerdir. Padişah nerede bulunursa, dîvân orada toplanırdı. Yalnız veziriâzam seferde bulunurken, büyük dîvân onun başkanlığında toplanırdı. Fatih zamanında da dîvân her gün toplanmakta olup, haftada dört gün padişahın huzaruna arza girilirdi. Dîvân-ı hümâyûn toplantıları, 16. yüzyıldan sonra haftada dört güne inmiştir. Tarihçi Gelibolulu Mustafa Âli’nin yazdığına göre, Üçüncü Murad Han zamanına kadar, haftada dört gün dîvân toplanır ve bu dîvân toplantılarından sonra dört defâ da arza girilirken, dört defa arza girmek çok görüldüğünden, arz günleri, ikiye indirilmiştir.
Toplantı, Cumartesi, Pazar, Pazartesi ve Salı günleri yapılırdı. Bu dört günde, Dîvân-ı hümâyûn üyeleri, saraya gelip işlere bakarlardı. Pazar ve Salı günleri müzakerelerden sonra veziriâzam ile diğer vezirler, kazaskerler ve defterdarlar, Arz Odası'nda padişahın huzuruna kabul olunarak, dîvân işleri hakkında her biri ayrı ayrı izahat verirdi. Dîvân heyetine, vezir rütbesinde olmadıkça, Yeniçeri Ağası katılamazdı. Vezir olmayan Yeniçeri Ağası, arz günlerinde dîvân üyelerinden önce arza girip, Yeniçeri Ocağına dair söyleyeceğini söyler, sonra maiyetiyle beraber, ağa kapısına girerdi. Dördüncü Mehmed’in padişahlığı ve Fazıl Ahmed Paşanın sadrazamlığı zamanında, evvelâ Avusturya ve sonra Leh seferleri dolayısıyla padişah Edirne’de bulunduğundan, dîvân müzakerelerini, yalnız arz günlerine inhisar ettirerek, haftada iki gün, yani Pazar ve Salı günleri toplanması kararlaştırılmıştı. Padişah, 1677’de İstanbul’a gelince, yine aynı surette haftada iki gün olarak devamı emredilmişti. Bu durumda devlet işleri, yavaş yavaş sadrazamların İkindi Dîvânı'na yükletilmiş oluyordu. İkinci Ahmed’in saltanatının son senelerinde, haftada iki gün toplanan dîvânın azlığı ve iş sahiplerinin mağduriyeti göz önüne alınarak, bu hükümdarın emriyle, dîvân toplantıları yine haftada dört gün olmuştu.
Dîvân toplantılarının, 18. yüzyıl başlarında, Üçüncü Ahmed Han zamanında, haftada ikiye ve sonra bire indiği görülmektedir. Daha sonraki devirlerde dîvân toplantıları, büsbütün terk edilerek işlerin halli sadrazam dîvânına bırakılıp, padişahların iradeleri alınmak için, hükümdara telhisçi gönderilmek suretiyle, Paşa Kapısı'nda görülür olmuş ve dîvân akdi üç ayda bir, kapıkulu ocaklarına maaş verme ve yabancı elçi kabulü şekline dönüşmüştür.
Dîvân-ı hümâyûnun Topkapı Sarayı'nda Kubbealtı denilen binasını, Kanunî Sultan Süleyman zamanında veziriâzam Damad İbrahim Paşa yaptırmıştır. Bundan evvel, sonradan Eski Dîvânhâne denilen başka bir dîvân toplantısı yeri bulunmaktaydı. Dîvân-ı Hümâyûn binası, ikinci yer veya alay meydanı denilen orta kapı ile Bâbüssaâde arasındaki sahada sol kısımdadır. Kubbealtı veya Dîvân-ı hümâyûn binası, esas itibariyle, üç kubbe altındadır. Bu üç kubbeden birisi, dîvân üyelerinin toplandığı müzakere salonudur. Burada, üyelerin oturacağı yerler bellidir. Bu salonda veziriâzam ile diğer vezirlerin oturdukları yerin üstünde, padişahların dîvân toplantılarını gizlice dinledikleri “Kasr-ı Adl” denilen kafes pencereli yer bulunmaktadır.
Dîvân-ı hümâyûn, 18. yüzyıldan sonra önemini kaybetmesine rağmen, büsbütün ortadan kaldırılmayarak, imparatorluğun sonuna kadar muhafaza edilmiştir.
Dîvân-ı Hümâyûn Üyeleri
Veziriâzam (Sadrâzam): Osmanlıların ilk devirlerinde, veziriâzamlar, ilmiye sınıfından gelmişlerdir. Padişahın mutlak vekilidirler. Kanunnâmelerde yazıldığına göre veziriâzamlar, imparatorluktaki ilmiye tevcihleri (görev, rütbe veya makam verme) de dahil olmak üzere, bütün tayin ve aziller, katiller, terfî ve ilerlemelerde, birinci derecede merci olup, her iş onun emir ve müsaadesiyle olurdu. Sefer dışındaki zamanlarda vezir, kazasker ve şeyhülislâm gibiler hakkındaki muamelelerde, padişahın muvafakati alınırdı. Sadrazamlar sefere gittikleri zaman, devlet merkezindeki işleri görmeleri için, vekil olarak bir veziri kaymakam bırakırlardı. Buna “Rikab-ı Hümâyûn” veya “Sadaret Kaymakamı” denilirdi. Sadaret kaymakamı da, gerek Dîvân-ı hümâyûnda, gerekse Paşa Kapısı'nda dîvân toplandığı zamanlarda görülen işleri, müstakil defterlere yazdırır, buna da Rikab Defteri ismi verilirdi. Dîvân-ı hümâyûn üyelerinin seferde bulunması hâlinde, bu dîvânlara vekilleri gelirdi.
Kubbe vezirleri: Veziriâzamdan sonra gelen diğer vezirler ikinci vezir, üçüncü vezir, dördüncü vezir vb. şekilde adlandırılırdı ve sayıları yediye kadar çıkabilirdi. Dîvân müzakerelerinde ve siyasî herhangi bir işin hallinde de tecrübeli devlet adamları olan bu kubbe vezirlerinin fikirlerinden istifade edilirdi.
On yedinci yüzyılın başlarından itibaren defterdar, nişancı ve kaptan paşaların vezirlikleriyle beraber, vezirlerin adedi artmıştır. Hattâ bazı beylerbeyliklere tayin edilen kişilere de vezirlik rütbesi verilmiştir.
Kazasker (Kadıasker): 1480 tarihine kadar bir adetken bu tarihten sonra Rumeli ve Anadolu kazaskerlikleri ismiyle iki olmuştur. Yavuz Sultan Selim zamanında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun fethi üzerine, 1516’da Arap ve Acem Kazaskerliği ismiyle, üçüncü bir kazaskerlik kurulmuş, Diyarbekir de bu kazaskerliğe merkez olmuştur. Daha sonra Suriye ve Mısır’ın da ilhakıyla, Arap ve Acem kazaskerliği, merkeze nakledilmiştir. 1518’den sonra da lağvedilmiş ve kazaskerlik tekrar ikiye inmiştir. Kazaskerler, dîvânda, şer’î meselelere bakarlardı.
Nişancı veya Tevkıî: Devlet kanunlarını iyi bildiğinden, gerektiğinde bu meseleler hakkında fikri alınırdı. Dîvândan padişah adına sâdır olan (çıkan) fermanlara tuğra çekmek de, bunların göreviydi. Dîvân üyesi olmasına rağmen, vezir rütbesinde olmadıkça, arz günlerinde padişahın huzuruna giremezlerdi. Defterhâne'deki tahrîr defterine, bizzat nişancılar yazı yazabilirdi.
Defterdarlar: Fatih Kanunnâmesi’ne göre defterdar, padişahın malının vekilidir. Defterdarlık teşkilâtına “Bâb-ı Defterî” de denilir. Başdefterdardan sonra Anadolu malî işlerini görmek için Anadolu Defterdarı geliyordu. Yavuz Sultan Selim devrinde, buraların malî işlerini görmek üzere, Halep’te bir defterdarlık daha kuruldu. Fakat bu, devlet merkezinde değildi. On altıncı yüzyıl ortalarında, devlet merkezinde, Şıkk-ı Sânî adı ile bir defterdarlık daha kurulmuştur. Bu şekilde Başdefterdar, Anadolu Defterdarı ve Şıkk-ı Sânî isimlerinde üç defterdarlık olmuştur.
Dîvân-ı hümâyûn, sabah erkenden toplanır ve kuşluk zamanına ve bazen de öğleye kadar devam ederdi. Dîvân-ı hümâyûna gelecek olan devlet adamları, sabah namazını çoğu zaman Ayasofya Camii'nde kılar, Yeniçeri ocağı ile süvari bölük ağaları ve bir miktar yeniçeri, sarayın Bâb-ı Hümâyûn denilen ve Ayasofya Camii'ne bakan kapısı önünde iki sıra üzerine dizilirler, dîvân erkânı, namazdan sonra buradaki yerlerini alırlardı. Bu sırada duacı dua ettikten sonra Bâb-ı Hümâyûn kapıcıları, kapıları açarlardı. Dîvân-ı hümâyûnda, dîvân üyelerinden başka reisülküttâb, çavuşbaşı, kapıcılar kethüdası, büyük ve küçük tezkireciler ve tercümanlar hizmet görürlerdi. Dîvânda nişancı, tuğra çekilmesi lâzım gelen ferman, berat, menşur gibi evraka tuğra çekerdi. Örfî işleri ise, veziriâzam kararlaştırırdı.
On sekizinci yüzyılın son çeyreğinden itibaren, Osmanlı kabinesi şu şekilde teşekkül ettirilmiştir.
Sadrâzam.
Sadaret Kethüdalığı: 1835 yılında, Umûr-ı Mülkiye Nezareti ve 1837 yılında Dahiliye Nezareti olmuştur.
Reisülküttaplık: 1836 yılında, Umur-ı Hâriciye Nezareti olmuştur.
Defterdarlık: 1838 yılında, Maliye Nezareti olmuştur.
Çavuşbaşılık: 1836 yılında, Deâvî Nezareti ve 1870 yılında Adliye Nezareti olmuştur.
Yeniçeri Ağalığı: 1826 yılında Seraskerlik, 1908 yılında Harbiye Nezareti olmuştur.
Kapdan-ı Deryâlık: 1878’den sonra, Bahriye Nezareti olmuştur.
Daha sonraları kabineye, Şeyhülislâm da dâhil edilmiştir.
Dîvân-ı Hümâyûn Kalemleri
Dîvân-ı hümâyûnda Reisülküttaplık ile onun maiyeti olan beylikçinin nezaretleri altında, Dîvân-ı hümâyûn kalemleri bulunmaktaydı.
Amedî Kalemi: Reisülküttabın hususî kalemi olup, aynı zamanda, bütün dış işleriyle meşgul olur ve sadrazamlıkla sarayın irtibatını sağlardı. Padişahın kendisine sadrazam tarafından yazılacak tahrir, telhis ile yabancı devletlerle yapılacak antlaşmalara dair ahidnâme ve musâlahanâme (antlaşma, sözleşme, vb.) suretleri, sadrazam tarafından yabancı devletlere gönderilen mektup müsveddeleri ve protokoller, elçi, konsolos, tercüman ve yabancı tüccarlara ait yazışmalar, burada yazılır ve bu kalemde saklanırdı.
Beylikçi veya Dîvân Kalemi: Dîvânda müzakere olunup karara bağlanan işlerin, gereken yerlere havalesi ve dîvân sicillerinin tutulmasıyla vazifeliydi. Ferman ve beratlar burada yazılırdı. Beylikçi, yazı işlerinden dolayı Reisülküttâbın emri altında bulunurdu.
Tahvil Kalemi: Bu kaleme, Nişan Kalemi veya Kese Kalemi de denilmektedir. Vezir, beylerbeyi, sancakbeyi beratlarıyla, vilayet kadılarının beratları, zeamet ve timarların kayıtları hep burada tutulurdu.
Rüûs Kalemi: Genellikle küçük berat olarak tarif edilir. Vezir, beylerbeyi, sancakbeyi ve vilayet kadısı derecesine çıkmış, ilmiye sınıfı hariç olmak üzere, bütün devlet memuriyetlerine intisab edenlerin (girenlerin) veya kendilerine evkaftan vazife verilenlerin muameleleriyle meşgul olur ve kayıtlarını tutardı. Tahvil ve Rüûs kalemleri, bugünkü özlük işlerinin görevini yaparlardı.
Teşrifâtçılık Kalemi: Dîvân-ı hümâyûndaki mühim vazifelerden biri de teşrifatçılık idi. Gerek sarayda ve Dîvân-ı hümâyûnda, gerekse sadrazam konağında yapılan merasimlerde, elindeki defter gereğince protokolü tatbik ederdi.
Vakanüvislik Kalemi: Osmanlılarda vakanüvislik ismiyle resmî bir memuriyet ve kalemin kuruluşu, 18. yüzyıl başında ortaya çıkar. Bu kalem, devlet işlerine ait, verilen vesikaları tetkik ve kaydederdi. İlk meşhur vakanüvis tarihçi, Mustafa Nâimâ Efendidir.
Mühimme Odası Kalemi: 1797 tarihinde çıkan nizamnâmeyle, dîvân veya beylikçi kalemlerindeki Mühimme Nüvislerin (yazanların), bir yerde çalışmaları için Mühimme Odası veya Mühimme Kalemi kurulmuştur.
Dîvân-ı hümâyûn kalemlerinin şeflerine Hâcegân ve bir kalemin en kıdemli memuruna Halîfe denirdi.
Dîvân-ı Hümâyûn Defterleri
Dîvân-ı hümâyûnda çeşitli işler hakkında tutulmuş pek çok defter bulunmaktadır. Bunlar arasında en önemlileri; mühimme, ahkâm, tahvil, rüûs, nâme, ahidnâme defterleridir.
Mühimme Defterleri: Dîvân-ı hümâyûnun muntazaman toplandığı zamanlarda her dîvân toplantısında görüşülen siyasî, içtimaî, malî, idarî ve örfî kararların kayıtlarını ihtiva eden defterlere “mühimme defterleri” denirdi. Dîvân toplantılarında zabıt tutma usulü olmayıp, görüşülen işin neticesi, yani karar sureti, dîvân kâtipleri tarafından kaleme alınırdı. Bu karar suretini daha sonra reisülküttâb gözden geçirip tashih eder ve daha sonra icab eden yere yazılır ve en son olarak nişancı tarafından, hüküm veya fermanın tuğrası çekilirdi. Dîvân-ı hümâyûn işlerinin Bâbıâlî’ye nakli sırasında, mühimme defterleri de, oraya taşınmıştır. Elde mevcut mühimme defterleri, 16. yüzyıl ortalarından başlamaktadır.
Mühimme defterleri de birkaç çeşittir. Biri normal dîvân görüşmelerine ait olan defterlerdir. Diğer bir mühimme defteri de “Mektûm Mühimme Defteri” olup, adından da anlaşılacağı üzere, gizli yazılan hüküm ve fermanları havidir (içerir). Bunlardan elde mevcut olanlar, 18. yüzyıldan başlamaktadır. Savaş zamanlarında lâzım olan defterler, sadrazam ve serdâr-ı ekremle (başkomutan) beraber sefere gönderildiğinden, seferdeki görüşmelere ait tutulan mühimme defterlerine “Ordu Mühimmesi” denilmektedir. Sadrazamın seferde bulunması dolayısıyla, devlet merkezinde Rikab-ı Hümâyûn (Sadaret) Kaymakamının başkanlığı altında toplanan dîvân veya meclisteki görüşmelere ait tutulan defterlere, “Rikab Mühimmesi” ismi verilmiştir.
Ahkâm defterleri: Bazen bir eyalete ve bazen muhtelif eyaletlere ait olarak tutulmuşlardır. Bu defterlerde valilere, kadılara ve saireye hitaben yazılan hükümler bulunmaktadır.
Tahvil defterleri: Bu defterlerin pek çok çeşitleri vardır. Tahvil muameleleri, sadrazamın emrini müteakip en son olarak yapılırdı.
Rüûs defterleri: Rüûs, genellikle, küçük memuriyet, vazife veya mültezimlere o işin verildiğini gösteren tayin vesikası olarak, küçük berat şeklinde tarif edilmektedir. On altıncı yüzyıl rüûs defterlerinde, büyük memuriyetlere ait beratlar da bulunmaktadır. Rüûs defterlerinin kadı, mukâtaât, rikab, vakıf, müderrislik ve zeamet rüûsu gibi çeşitleri bulunmaktadır.
Bu belli başlı defterlerin dışında, pek çok Dîvân-ı hümâyûn defteri de bulunmaktadır.
Donanma-yı Hümâyun Osmanlı deniz kuvvetleri.
Medeniyet dünyasına eski ve tarihî hayatiyetini veren Akdeniz’e hakimiyet; cihangirlik davasının başlıca unsurlarından biriydi. Roma’nın bu denize hakimiyeti, onun cihangirlik vasıflarındandı. Bu sebeple onlar, Akdeniz’e Mare Nostrum (Bizim deniz) diyorlardı. Şarkî Roma (Bizans) İmparatorluğu da, İslâmiyet'in doğuşuna kadar bu hakimiyeti elinde tuttu. Görülen lüzum üzerine, Emevîlerin kuruluşundan itibaren Müslümanlar, süratle denizciliğe başladılar. Az zamanda Akdeniz hakimiyetini ele geçirdiler ve bir kısım kuzey sahilleri dışında, bütün kıyılarına hakim oldular. Müslümanların fetihleri ve medeniyetleri gibi, Akdeniz’e hakimiyetleri de o derece kuvvetli olmuş ve asırlarca sürmüştür.
Ancak, 12 ve 13. yüzyıllardaki Haçlı saldırıları, donanma faaliyetlerinin uzun süre aksamasına sebep oldu.
On üçüncü ve on dördüncü asırlarda, Mısır-Suriye Türk Memlûkları, Akdeniz’in doğusunda, ancak mevziî bir kudrette deniz gücüne sahip bulunuyorlardı. Bununla beraber Türkler, Anadolu’ya gelişlerinden bir müddet sonra denizlere hakim olmanın lüzumunu duydular. İlk teşebbüse, İzmir’de küçük bir devlet kuran Çaka Bey tarafından girişildi. Çaka Bey, büyük bir gayretle vücuda getirdiği donanmayla adaları zaptetti ve İstanbul muhasarasına hazırlandı. İlk Türkiye Selçuklu Sultanı Süleyman Şahın ölümünden sonra, İznik Türk beyleri de Marmara’da Bizans’a karşı bir donanma inşasına başladılar. Fakat imparatorun deniz kuvvetleri, bu tesisleri tahrip etti. Türkiye Selçukluları, ancak 13. asır başlarında, Akdeniz’de Antalya ve Alâiye, Karadeniz’de ise Sinop ve Samsun limanlarında tersane kurup, donanmalar ortaya koydular. Daha sonra Karadeniz’de Sinop beyleri, Adalar (Ege) Denizinde Aydınoğulları ve Karesioğulları, Akdeniz’de Antalya beyleri denizcilikte bir hayli ilerlediler. Bilhassa Aydınoğulları, deniz gazâ ve seferleriyle, adaları ve sahilleri hakimiyetleri altına aldılar.
Osmanlı Devletinin ilk zamanlarında İzmit, Gemlik taraflarının ve daha sonra Karesi ilinin elde edilmesi, Osmanlıları tabiî olarak denizle alâkadar etti. Nitekim, Karesi Beyliği gemilerinden de istifade edilerek, Rumeli’ye geçildikten sonra, 1390 yılında Gelibolu’da ehemmiyetli bir tersane yapıldı. Bu ilk devirler, Osmanlı denizciliğinin acemilik zamanı olup, denizde pek kuvvetli ve mahir olan Venediklilerle boy ölçüşebilecek kudrette değildi. Bununla beraber, bazı başarısızlıklara rağmen, günden güne tecrübeli bir Osmanlı denizciliği ortaya çıkmaktaydı. Çünkü İkinci Murad Hanın gösterdiği ihtimam neticesinde Osmanlı donanması, Trabzon-Rum İmparatorluğunu denizden tehdit edecek kadar kuvvetlenip, deniz harekâtına alışmıştı. Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u aldıktan sonra, burayı Akdeniz’den gelecek bir tehlikeye karşı muhafaza için, Çanakkale Boğazını tahkim ederken, donanmaya da önem verdi. Nitekim, donanmanın desteğiyle, İmroz, Limni, Taşoz, Semendirek, Midilli ve Eğriboz adaları fethedildi. Sakız ve Sisam vergiye bağlandı. Bilâhare Akdeniz’de korsanlık eden Türk leventleri reislerinden, meşhur Kemal Reis'in Osmanlı Devleti hizmetine girmesi, donanmaya yeni bir canlılık kattı. Akdeniz’deki deniz seferleri, İspanya sahillerine kadar uzadı. Sultan İkinci Bayezid döneminde, gemicilik daha da gelişti. Antalya Valisi Şehzade Korkut, Akdeniz’de yelken açan Müslüman ve Türk denizcilerin hâmisi oldu.
Yavuz Sultan Selim, İslâm dünyasına hakim olunca, Avrupa’nın fethine girişmek maksadıyla, büyük bir gemi inşâ faaliyetine ve tersaneler yapılmasına başladı ve bir donanma kurmaya yöneldi. O tarihe kadar Osmanlıların asıl tersanesi olan Gelibolu’dan başka, Haliç’te de mükemmel bir tersane inşâ ettirdi. Eldeki yüz kadırgalık donanmayı yeterli görmeyerek gemileri çoğalttı. Yüz kadırga, yirmi fosta, yirmi bir barça, üç büyük yelkenli ve altı perkendi olmak üzere, mevcut miktara yüz elli gemi daha ilâve etti. Böylece o, karadaki zaferlerine paralel olarak, denizcilikte Akdeniz hakimiyetini elde etmek yoluna gitti. Fakat, bu büyük tasavvurlarını gerçekleştirmeye ömrü yetmedi.
Yavuz Sultan Selim’in bu niyeti, oğlu Kanunî Sultan Süleyman tarafından gerçekleştirildi. Kanunî zamanında Akdeniz hakimiyetinin elde edilmesinde, başlangıçta Osmanlı Devletinin emrinde olmayan Barbaros Hayreddin ve arkadaşlarının çok büyük rolü oldu. Kanunî Sultan Süleyman, Macaristan’da zaferler kazanırken, onlar da aynı yılda, yani 1525’te, Akdeniz’in kuzey sahillerini vurup, pek çok Hıristiyan gemilerini esir alıyorlardı. İmparator Şarlken’in, Barbaros’a karşı gönderdiği Kaptan Andrea Doria mağlup oldu ve Septe Boğazını aşarak kaçtı. Türk denizcileri, İspanyolların zulmüne uğrayan 70.000 Endülüs Müslümanını, Kuzey Afrika sahiline çıkardı. Bu büyük zafer üzerine Kanunî, Barbaros’u, 1533’te İstanbul’a davet etti. Hayreddin Paşa, merasimle karşılandığı huzurda, kendisini ve Cezayir beyliğini padişahın emrine verdiğini bildirdi. Kanunî Sultan Süleyman da, bu büyük denizciyi, donanma umum kumandanlığı ile birlikte Cezayir Beylerbeyliğine getirdi. Ayrıca, tersaneyi yeni tesisat ve ilâvelerle genişletti.
Barbaros Hayreddin Paşa, Osmanlı Devleti hizmetine girdikten ve bir takım muvaffakiyetlerden sonra, İspanyolların meşhur denizcisi Andrea Doria kumandasında bulunan büyük Haçlı donanmasını, 27 Eylül 1538’de müstesna bir zaferle imha etti. Padişah, her tarafa fetihnâmeler göndererek, şenlikler yapılmasını emretti. Osmanlı Devleti, bu suretle karadaki hakimiyetine ilâveten deniz hakimiyetini de tam elde etti (Bkz. Preveze Deniz Zaferi). Öte yandan Kanunî, Süveyş’te kurduğu donanma ile Kızıldeniz’i ve Arabistan sahillerini emniyete aldı. Avrupalıları Hindistan sahillerinden uzaklaştırdı. Hadım Süleyman Paşa kumandasında, büyük toplarla donatılmış Süveyş donanması, harekete geçerek Aden’i ve Arabistan sahillerini kurtardıktan ve Portekizlileri mağlup ettikten sonra, Gücerât sahillerine kadar vardı ve Hind Denizindeki bu faaliyetler, Pîrî Reis, Murad Reis ve Seydi Ali Reis dönemlerinde de devam etti.
Osmanlı donanmasının en büyük âmiri, önceleri kapudan (kaptan) paşa ve 16. yüzyıl başlarında da kapudan-ı deryâ veya kapdân-ı deryâ denilen deryâ beyi (deniz komutanı) idi. Ancak, eski kaptanlardan Kemal Reis, Pîrî Reis, Murad Reis, Seydi Ali Reis, Turgut Reis, Salih Reis gibi meşhur denizcilerimize, 16. asırda kaptan denilmeyip, reis denilmiş, daha sonraları, kaptan tabiri tamamıyla yerleşmiştir.
Kaptan olan reisleri, diğer reislerden ayırmak için hassa reisi denirdi. On altıncı yüzyıldan sonra ise, bir harp gemisini idare edenlere reis ve bir filoya kumanda edenlere de kaptan denilmeye başlandı. 1682 senesinden itibaren, donanmanın, kaptan paşadan sonra gelen büyük amirallerine sırasıyla; kapudâne, patrona ve riyâle isimleri verilip diğer kalyon vs. süvarileri, kaptan diye anılmaya başlandılar.
Donanmada kalyon kullanılmaya başlanmadan evvel, kürek devrinde, hassa kaptanları, gemi azabları bölükbaşıları olan reislerden tayin edilirlerdi. Her gemideki efrad (personel), kaptanın emri altındaydı. Bunlar, gemilerine fener takarlardı. Bu devirde kaptan olabilmek için, cenkte düşman gemilerinden birini zaptetmek şarttı.
Osmanlı harp gemileri, Gelibolu ve İstanbul tersanelerinden başka, Karadeniz, Marmara ve Akdeniz sahillerindeki birçok iskele ve mevkilerde yapılırdı. Donanmaya olan ihtiyaç sebebiyle, bu tersanelerde yapılacak gemilerin miktar ve nevileri, hükümet tarafından o mahallin kadılarına bildirilir ve müddeti de tayin olunurdu. Bunların inşası için gereken malzeme ile mühendis ve ustalar, ya mahallinden tayin olunur veya gönderilirdi. On yedinci asrın ortalarına kadar, her sene kırk kadırga yapmak kanundu. Ancak ihtiyaç hâlinde, bu sayı daha da arttırılabilirdi. Nitekim İnebahtı mağlubiyetinden sonra Osmanlı Devleti, bir kış esnasında, yani beş ay zarfında İstanbul ve Gelibolu tersaneleri de dahil olmak üzere, öncekinden daha muazzam ve bütün levazımatıyla teçhiz edilmiş bir donanma yaptırmıştı. Sonraki tarihlerde bu kanun terk edilmiş ve kalyon inşası ehemmiyet kazanmıştı.
Osmanlıların kullandıkları gemiler, muâsırı (çağdaşı) olan denizci devletlerinki gibi, kürekli-yelkenli ve yalnız yelkenli olmak üzere iki kısımdı. Kürekle yürüyen gemilere umumî tabirle çektiri denilirdi. Çektirilerin en küçüğü karamürsel, en büyüğü ise baştarda idi. Çektirilerin büyüklerinden olan kadırga, yelken devrine, yani kalyonculuğun birinci safa geçtiği tarihe kadar, Osmanlı donanmasının esasını teşkil ederdi. Ancak, 18. asır başlarından itibaren, kadırgalar, eski önemlerini kaybetmiş ve tedrici surette, vazifelerini kalyonlara devretmeye başlamışlardı. Bunun için Üçüncü Ahmed devrinden başlayarak sayıları azaltılan kadırgalar, Birinci Abdülhamid devrinde sona erdi ve kadırga nevinden olarak, yalnız kaptan paşa baştardası kaldı.
Osmanlı donanmasında hizmet eden azaplar, leventler, kürekçiler, aylakçılar, kalyoncular, gabyarlar ve sudagabalar gibi muhtelif hizmet efradı (personeli) vardı. On altıncı yüzyılda, Türk korsan gemilerinde çalışan ve Akdeniz’de faaliyette bulunan güçlü kuvvetli denizcilere levend (levent) denirdi. Bu sebeple, korsan Türklerden, Osmanlı donanması hizmetine girmiş muharip askere “levend” ismi verilmiştir. Daimî bahriye sınıfından olan leventlerin, muayyen maaşları vardı. Leventler, gemilerde karakollukçuluk eder ve muhafaza hizmetinde bulunurlardı.
Osmanlı donanması, 16. yüzyıl boyunca, 17. yüzyıl ortalarına kadar Karadeniz ile Akdeniz’in hakimi olarak, ihtişamlı bir şekilde denizlerde seyrediyordu. Ancak, onu ileriye dönük işler yapmaya sevk edecek sebepler ve ihtiyaçlar yok gibiydi. Buna karşılık Karadeniz ve Akdeniz’deki ticaret ve gelirlerini kaybeden Avrupa ülkeleri, açık denizlerden doğuya ulaşıp, buraların zenginliklerinden faydalanma yollarını arayıp buldular ve Uzakdoğu ülkelerine birçok seyahatlerde bulundular. Bu seyahatleri sırasında denizcilik sahasında pek çok bilgi ve tecrübe kazandılar. Donanmalarını bu bilgi ve tecrübeleri ile geliştirip tamamen kalyonlarla teçhiz ettiler ve denizcilik mektepleri açtılar. Bu durum, denizlerdeki üstünlüğün Venedik’e geçmesine sebep oldu. Ancak 17. yüzyılın sonlarına doğru Amcazâde ve Mezomorta Hüseyin paşaların kaptanlığı dönemlerinde adedi artırılan kalyonlar sayesinde, donanmada üstünlük tekrar ele geçirildi. Sakız Adası, Venediklilerden geri alındı. Bu üstünlük, 1770 senesindeki Çeşme mağlûbiyetine kadar, 80 sene müddetle devam etti. Bu tarihte yakılan donanmamızda, 5000 denizcimiz şehid düştü. Bunun üzerine 1773’te, donanmaya personel yetiştirecek ve gemi yapacak ustalar ile mühendisler yetiştirmek üzere, yerli ve yabancı hocaların ders verdiği, Bahriye Mektebi açıldı.
Üçüncü Selim zamanında, 1787-1792 Türk-Rus Harbinden sonra, çekirdekten denizci olan Küçük Hüseyin Paşa, kapdân-ı deryâ olunca, Osmanlı donanmasının modernize edilmesinde önemli adımlar atıldı. Bu gelişmeler, Sultan Abdülmecid Han zamanında da devam etti. Kuvvetli bir donanma gücüne sahip olmadıkça savaşlarda netice alınamayacağını bilen Sultan Abdülaziz Han, Osmanlı bahriyesine hususî bir alâka gösterdi. Bu zamanda donanma, asrın teknik gelişmelerine göre teçhiz edilerek, personel eğitimine önem verildi ve tersanelerde buharlı gemiler yapıldı. Bu sayede, Osmanlı donanması, İngiltere ve Fransa donanmalarından sonra dünyanın en kuvvetli donanması durumuna geldi.
Nitekim, donanmanın bu gücü sayesinde Osmanlı denizcileri, İkinci Meşrutiyet döneminde Türk-İtalyan Savaşında denizaşırı uzak bölgelere, önemli ölçüde silah taşımıştır. Denizcilerimiz, Balkan Harbinde bir yandan gemilerini onarıp, öte yandan ordunun ikmal nakliyatını başarmışlar ve Birinci Dünya Harbinin dört yılında, bitmez tükenmez bir enerji ile çalışmışlardır. Kurtuluş Savaşında da, cephenin ihtiyacı olan cephaneyi bulup taşımışlardır. Donanma, bu faaliyetleri yürütürken, tamamen Sultan Abdülaziz zamanında ulaştığı muazzam gücünden istifade etmiştir.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 7:56 pm | |
| Düyun-u Umumiye Osmanlı dış borçlarının ve bunu idâre eden birimin adı. İlk dış borç, 1854 Kırım Savaşından sonra alındı. Osmanlı Devleti, Sultan İkinci Abdülhamîd Han zamânına geldiğinde, ağır dış borçlar altında ezilme mevkindeydi. Akıllı tedbirlerle belli bir zaman içerisinde bu borçlar ödenebilirdi. Lâkin 93 Harbi (1877-78) hezîmeti, devleti iflâsın eşiğine getirdi. Devlet, en verimli topraklarını kaybetti. Akın akın gelen göçmenlerin sayısı bir milyona ulaştı. Bu kadar göçmeni bir yıl içinde rahata kavuşturmak çok zordu. Bu arada, Rusya’ya ağır tazminât ödeme mecbûriyetiyle karşı karşıya kalındı. Rusya Ağrı kendilerine bırakıldığı takdirde, tazminât hakkından vaz geçebileceğini teklif etti ise de, Sultan Abdülhamîd Han bu teklifi kesinlikle reddetti. Eğer Sultan Abdülhamîd Han Ayastefanos Antlaşmasındaki tazminâtı Berlin Muâhedesi ile düşürmemiş olsaydı, devlet daha o sırada batabilirdi. Ordunun durumu ise perişan bir vaziyetteydi. Emperyalist Avrupa devletleri yıllardır peşinde koştukları emellerine ulaşmak üzereydi. Onlar dış baskıların çemberi içerisinde sıkışan imparatorluğu borç bataklığı içinde boğmak istiyorlardı. İşte İkinci Abdülhamîd Hanın devraldığı mâlî durum bu idi.
1875 yılında borçları ödeyebilmek için rüsûm-ı sitte idâresi faaliyete konuldu ise de, bu idâre şekli Avrupalı alacaklıları memnun etmedi. Netîcede Tevhîd-i Düyûn yapılması kararlaştırıldı. Böylece bütün dış borçlar birleştiriliyordu. Devletin bâzı mallar üzerinden aldığı gelir bundan böyle Türkiye Mâliye Nezâreti tarafından değil, ancak Düyûn-i Umûmiye tarafından tahsil edilecekti. Bu durum devlet içinde bağımsız ikinci bir Mâliye Bakanlığı ihdas etmek anlamına geliyordu. Ancak, yapacak başka çâre de kalmamıştı. Düyûn-ı Umûmiyenin yetkisine bırakılan gelirler şunlardı: Tütün, tuz ve ipek vergi gelirleriyle damga pulu ve balık resimleri.
Düyûn-ı Umûmiyenin idâre meclisi 7 üyeden müteşekkil olup, bunların üyelik müddeti 5 yıl için idi. Üyelerin ikisi Türk, diğerleri de her birinden birer üye olmak üzere İngiliz, Fransız, Alman, Avusturyalı ve İtalyan’dan müteşekkildi. Dış borçların tamâmına yakın bölümü İngiliz ve Fransızlara âit olduğu için, Meclis-i İdâre Başkanlığı yalnız onlardan seçilebilmekteydi. Ancak konseyi teftiş etmek üzere Türklerden meydana gelen fevkalâde bir müfettiş heyeti de bulunuyordu.
3 Ekim 1880 yılında Muharrem Kararnâmesi İstanbul’daki büyük devletlerin elçilerine tebliğ edildi. Düyûn-ı Umûmiye ile Türkiye rahat bir nefes almaya ve borçlarını ödemeye başlamıştı. Bu târihte devletin dış borçlarının toplam fâizleri ile birlikte 280 milyon tutarındaydı. Rusya’ya harp tazminâtı ise bu hesâbın dışında kalıyordu. Muharrem Kararnâmesi ile bu borçlar 117 milyona kadar düşürüldü. Bu muazzam başarı Sultan Abdülhamîd Hanın şahsî kâbiliyeti ve akıllı siyâseti sâyesinde sağlanmaştı.
Düyûn-ı Umûmiye, devletin sonuna kadar devâm etti. Son derece muntazam bir idâre olan Düyûn-ı Umûmiye, gerçi devlet içinde devlet olan ikinci bir mâliye gibiydi. Ancak Türk dış borçlarının ödenmesi için başka imkân kalmamıştı. Aynı zamanda Avrupa devletlerinin yıllardan beri alışılagelmiş tatsız müdâhalelerine de bu sâyede son verilmişti. Birçok gelirini Düyûn-ı Umûmiyeye bırakan devletin sıkıntıya düşmesi kaçınılamazdı ki, bu sıkıntılarla zaman zaman karşı karşıya kalındı. Memur ve asker maaşları iki ayda bir ödenmeye başlandı. Yalnız o devirde hiçbir zaman pahalılık ve sıkıntı görülmedi
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 7:58 pm | |
| E
Emniyet Teşkilatı Devletin iç güvenliğini temin eden teşkilât. Osmanlı Devletinin kuruluşundan bu yana devlet teşkilâtı ve sosyal müesseseler içerisinde zâbıta kuruluşu da devletin gelişmesine paralel bir yön tâkib etmiş ve diğer ülkelerde rastlanmayan bir olgunluğa erişmiştir. Devletin çözülüş döneminde bu teşkilât da iç ve dış tesirlerle yeni şekillere girmek ve değişikliklere uğramak sûretiyle yeniden düzenlenme devrelerini geçirmiştir. Askerî ve mülkî teşkilâtın yanında zâbıta kuruluşları da zamanın îcaplarına uydurulmuştur.
Subaşı: Türk zâbıta târihinde önemli bir rol oynayan ve târih boyunca çeşitli şekil ve sıfatlarda görünmekle berâber dâimâ zâbıta işlerinin başında bulunduğu anlaşılan Subaşı, ilk zâbıta âmiri olarak kabul edilmektedir.
Osmanlılar devrinin ilk dönemlerinde Subaşılar, güvenlik işlerine bakmakla beraber, belediye zâbıtası hizmetlerini de yürütmüşlerdir.
Osmanlı Devletinin kuruluşunda her kasabada birer Kâdı ve Subaşı bulunurdu. Kâdı mülkî işlere bakardı. Kasabanın huzûr ve güvenini, Kâdının verdiği hükümlerin yerine getirilmesini, aynı zamanda bir askerî âmir olan Subaşılar sağlardı.
Sancakların başındaki Sancak Beyleri ile eyâletlerdeki Beylerbeyleri, emirleri altındaki askerlerle bölgelerinin güvenliğini sağlıyorlardı.
Yeniçeri döneminde zâbıta:Yeniçerilerin kuruluşundan sonra âsayîş bunlar tarafından sağlandı ve Yeniçeri Ağaları kumandanlık yaptı. Yeniçeri ağaları hükümet merkezinin güvenliğinden mesûl kimselerdi.
İstanbul’un fethinden sonra bu şehir 5 büyük zâbıta bölgesine ayrıldı. Bu bölgeler:
1)Yeniçeri Ağasına ayrılan bölge,
2) Cebecibaşına ayrılan bölge,
3) Kaptanpaşaya ayrılan bölge,
4) Topçubaşına ayrılan bölge,
5) Bostancıbaşına ayrılan bölge, olarak bilinmektedir.
Bu zâbıta bölgeleri dışında, yalnız kendi kesimlerinin güvenliğini sağlayan ve Usta denilen memurlar da vardı.
Birçok semtlerde o bölgenin en büyük zâbıta âmirinin emrinde kolluklar yâni bugünkü tâbirle karakollar bulunurdu. Buralarda zâbıta hizmetlerini yürüten ve Kollukçu denilen kişiler vazife yapardı.
Kale kapısına muhâfızlık eden kollukçulara da Yasakçı denilirdi.
Zâbıta Makamları
Sadrâzam: Devletin iç ve dış güvenliğini sağlayan en yüksek makam. Sadrâzamlık olduğu için, en büyük zâbıta âmirliği yetkisi de sadrâzama âitti. Kendisi seferde olduğu zamanlar bu yetkiyi Kethüdâ Bey kullanırdı.
Yeniçeri Ağası:İstanbul’un güvenlik işleri ile de alâkası olduğundan, devriye gezerken yolsuz ve kânuna aykırı davranışlarda bulunanları yakaladığı zaman bunları yanındaki falakacılara dövdürür veya hapsettirirdi.
Falakacı: Yeniçeri Ağasının emri altındaki Acemi Oğlanlar falakayı taşır ve bunlara da falakacı denirdi.
Cebecibaşı ve Cebeciler:İstanbul’un Ayasofya, Hocapaşa, Ahırkapı taraflarının korunması ve güvenliğinin sağlanması bunlara âitti.
Kaptanpaşa:İstanbul’un Kasımpaşa ile Galata semtinin güvenlik işlerinden Kaptanpaşa mesul idi. Galata semtinin asayişinden Galata Çavuşu, Kasımpaşa ile yakın sâhillerin âsâyişinden ise Tersane Çavuşu mesul kılınmıştı.
Bu çavuşların emri altında Kalyoncu denilen zâbıta görevlileri vardı.
Topçubaşı ve Topçular:Tophâne semti ile Beyoğlu taraflarının korunması, dirlik ve düzenliğinin sağlanması Topçubaşılarına verilmişti.
Bostancıbaşı ve Bostancılar: İstanbul’un Üsküdar, Eyüp, Kâğıthane, Boğaziçi’nin iki tarafı, Kadıköy, Adalar ve Ayastefanos (Yeşilköy) taraflarının zâbıta işleri Bostancıbaşılara verilmişti. Pâdişâhın saray ve köşklerini de bunlar korurlardı.
Kâdı: Sadrâzam ve Yeniçeri Ağasından sonra, mülkî, adlî ve beledî işlere ve bu arada zâbıta görevlerine de karışan büyük bir âmirdi. Suçluları bizzat sorguya çeker ve hükmünü de kendisi verirdi. Zâbıta âmirliği yetkilerini bilhassa ahlâk zâbıtası hizmetlerinde kullanırdı.
İstanbul şehri, İstanbul-Galata-Üsküdâr-Eyüp olmak üzere dört kâdılığa ayrılmıştı.
Böcekbaşı: Fâilleri ortaya çıkarılamayan suçları tâkib etme, suçluları yakalama ve diğer gizli zâbıta işleri ile vazifeli âmire Böcekbaşı denirdi. Zamanımızın sivil zâbıta görevlilerinin hizmetini görürlerdi. Emirlerinde kadın memurlar da bulunurdu.
Ustalıkla kıyâfet değiştiren bu memurlar kanûn ve nizâmlara aykırı davranışları tesbit ederler, yerinde ve zamanında müdâhale ile birçok yolsuzlukların önünü alırlardı. Bu teşkilât içinde haber alma hizmetini gören ve Çuhadar ünvânı verilen birtakım memûrlar da vardı. Ayrıca, İstanbul’da Sadrâzamın, illerde de vâlilerin emrinde Baştebdil Ağası denilen bir hebar alma şefi bulunurdu.
Yeniçeri Ocağının 1826 târihinde ortadan kaldırılmasından sonra, bunun yerine İstanbul’da Asâkir-i Muntazama-i Hâssa adıyla zâbıta hizmetlerini yürütmek üzere yeni bir teşkilât kuruldu.
Böylece Yeniçeriler ve Yeniçeri Ağasının yerine Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ve Serasker’in zâbıta hizmetlerini yüklenme dönemi başlamaktadır.
Bu dönemde İstanbul zâbıta hizmetleri İhtisap Nezâreti tarafından yürütülmüştür. Eyâletlerde ise, bu hizmetler Sipahilere bırakılmıştı.
1834 târihinde, Anadolu ve Rumeli’nin bâzı eyâletlerinde Asâkir-i Redife adı ile bir askerî teşkilât kuruldu. Bu askerlerin yönetimi Serasker denilen bir kumandana bırakılmıştı.
Seraskere, eskiden, Yeniçeri Ağasına bırakılan yetkiler verildi. Bu sûretle kendisine hükümet merkezinde İstanbul yakasının en büyük emniyet âmiri sıfat ve yetkileri tanınmış oldu.
Yukarıda belirtildiği gibi; Yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra da, eyâletlerde ve İstanbul’da zâbıta hizmetleri ayrı ayrı başlara bağlı olarak yürütülmekteydi.
Teşkilât ve yürütme alanındaki bu farklılığı ortadan kaldırmak maksadıyla ilk defâ, 1845 târihinde, İstanbul’da polis teşkilâtının kurulduğu görülmektedir.
Yayınlanan ilk Polis Nizâmnâmesi 10 Nisan 1845 târihini taşımakta ve polis adı verilen yeni zâbıta teşkilâtının vazifeleri bu nizâmnâmede gösterilmektedir.
Polis Nizâmnâmesinin yayımını ve polis adı verilen zâbıta teşkilâtının kuruluşunu izleyerek, zâbıta hizmetlerindeki karışık yönetimi önleme ve birleştirme amacı ile bir yıl sonra da 1846 yılında ilk defa Zaptiye Müşirliği kuruldu.
Zaptiye Müşirliği yalnız zâbıta işleriyle uğraşmak üzere kurulmuş yeni bir teşkilât özelliği taşımaktadır.
1879 târihinde kurulan Zaptiye Nezâreti 1909 yılına kadar bugünkü Emniyet Genel Müdürlüğü görev ve yetkilerini yapıyor ve kullanıyordu. Yurdun her tarafında kurulan polis teşkilâtları bu nezâret tarafından idâre ediliyordu.
Başkent: İstanbul, Üsküdar, Beyoğlu, Polis Müdürlükleri ve Beşiktaş Polis Memurluğu adları ile dört Polis Dâiresine ve her polis dâiresi de merkezlere ayrılmıştı.
1886 yılından sonra, İstanbul Polis Müdürlüğü dışındaki diğer müdürlüklerin Mutasarrıflık adını aldığı, Polis Müdürüne Matasarrıf denildiği görülmekte ve 1898 yılında da İstanbul’da Sivil Polis Teşkilâtı kurulmuş bulunmaktadır.
Bu dönemde ve başlangıçta 15 ilde Polis Teşkilâtı kurulmuş ve her il dâiresinin başına bir Serkomiser getirilmişti.
İkinci Meşrûtiyetin ilânından sonra 1909 yılının başında Zaptiye Nezâreti kaldırılmış, onun yerine polis işlerinin yürütülmesiyle vazifelendirilen, Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti, 22 Temmuz 1909 târihli İstanbul Vilâyeti ve Emniyet Umûmiye Vilâyeti ve Emniyet ûmûmiye Müdüriyeti Teşkilâtına dâir kânunla kurulmuştu.
Bu durumda bütün memleket polisini yönetimi altında bulunduran Emniyet-i Umûmiye Müdüriyeti, Zaptiye Nezâretinin yerini almış oldu.
Zâbıta hizmetinde geçirilen tecrübeler gözönünde bulundurularak yeni bir Polis Teşkilâtı ve Vazife Nizamnâmesi meydana getirildi. 21 Mayıs 1913 târihli bu nizamnâme ile polisin teşkilâtlanması, görev ve yetkileri ile personelin dereceleri, sınıfları, mesleğe giriş, yükselme ve diğer bütün özlük işleri en iyi şekilde günün şartlarına göre yeniden düzenlenmiştir.
Encümen-i Dâniş On dokuzuncu asrın ortalarında resmen kurulmuş olan ilk Türk Akademisi. Kuruluş gâyesi eğitim ve kültür alanında gerekli çalışmaları yapmak, batıdaki ilmî çalışmaları ve yenilikleri tâkib etmek, Türk dilinde ilim ve fenlere dâir lüzümlu kitapları hazırlamak veya tercüme etmek, ilmin memlekete yayılması, vatandaşların bundan istifâdesiyle umûmî seviyeyi yükseltmek olarak tesbit edilmişti.
21 Temmuz 1846’da toplanan Meclis-i Maârifi Umûmiyede ilmî müesseseler arasında bir de Encümen-i Dâniş’in kurulmasına karar verildi. Encümen-i Dâniş’in resmen kurulması için Ahmed Cevdet Paşa bu kurumun gâyesi ve sağlayacağı faydaları ihtivâ eden bir mazbata yazarak Sultan Abdülmecîd Hana arz etti. Abdülmecîd Han izin verince, Cevdet Paşa bu mazbataya uygun bir beyannâmeyi 1 Haziran 1851 târihli Takvîm-i Vekâyî’de (Resmî Gazete’de) yayınladı.
Maârif târihimiz açısından bir vesika mâhiyetinde olan bu beyannâmede, Encümen-i Dâniş’in kuruluşundaki ilmî maksat çok daha açık bir şekilde îzâh edildi. Ayrıca reis ve âzâları îlân olundu. Encümen-i Dâniş’e, Bezm-i Âlem Vâlide Sultân’ın, Sultan Mahmud türbesi yakınlarında yaptırdığı Dârülmaârif adlı okulun içinde bir yer ayrıldı. Encümen-i Dâniş, Sultan Abdülmecîd Hanın irâdesi üzerine 18 Temmuz 1851 (19 Ramazan 1267) târihinde büyük bir törenle açıldı. Açılışa başta Pâdişah olmak üzere, sadrâzam, bütün hükûmet üyeleri ve ilmiye sınıfı katıldı.
Açılış töreninden sonra, dâhilî ve hâricî âzâlara, birer rüûs (diploma) verildi. Encümen-i Dâniş’in nizamnâmesinde (tüzüğünde) dâhilî ve hâricî âzâlıklar ile bunların husûsiyetleri ve faaliyet alanları belirtildi. Dâhilî âzâlar kesin olarak kırk kişiydi. Bunların her birisinin bir ilim dalında mütehassıs olması, bir yabancı dili bilmeleri, bir eser hazırlama veya tercüme kâbiliyetlerine hâiz olmaları şart koşuluyordu. Dâhilî âzâlar, zarûrî bir mâzeretleri bulunmadığı müddetçe, toplantılara katılmaya mecburdu. Dâhilî âzâlıklarda “Sadrâzam Reşid Paşa, Şeyhülislâm Ârif Hikmet Bey, Serasker Mehmed, Hâriciye Nâzırı Âlî ve Ticâret Nâzırı İsmet Paşa gibi devlet adamları, ayrıca Sadrâzam Fuâd Paşa, Şerif Mehmed, Târihçi Hayrullah Efendi, Ziver Kala, Ahmed Vefik, Osman Sâhib, Ahmed Cevdet Paşa, Ali Fethi ve Recâî efendiler gibi devrin ilim ve edebiyât dünyâsının mümtaz sîmâları da yer alıyordu.
Hâricî 30 tâne âzâ bulunuyordu. Hâricî âzâların, Türkçeye vâkıf olmaları şart koşulmamıştı. Akademiye hangi dil ile olursa olsun mâlûmât verebilmeleri yeterli sayılıyordu. Bunlar maarife dâir yazacakları yazıları Encümen-i Dâniş’e göndermekle vazîfeliydiler. Hâricî âzâlıklarda devrin Rum ve Ermeni bilginlerinin yanında, meşhur İngiliz müsteşriki James W. Redhouse, Fransız müsteşriklerinden Bionchi gibi Avrupa’nın tanınmış ilim adamları yer alıyordu.
Encümen-i Dâniş’te yalnız öğretim kitapları hazırlanırken daha sonra Dârülfünun’da okutulacak kitaplar da hazırlanmaya başladı. Encümen-i Dâniş’te ilk önce Kavâid-i Osmâniye ile ilgili bir lügat kitabı hazırlanması kararı alındı. Bununla ilgili çalışma netîcelenmediyse de târihle ilgili Ahmed Cevdet Paşaya verilen 1774’ten 1824’e kadar Osmanlı târihini yazma görevi tamamlandı. 12 cilt hâlinde muazzam Târih-i Cevdet diye bilinen Osmanlı târihi kitabı meydana geldi.
Encümen-i Dâniş’in hangi târihte ve neden lağvedildiği hakkında kesin bir mâlûmat yoktur. Ancak 1862’ye kadar devlet salnâmelerinde “Diyânet Takvimi” ismi geçtiği hâlde bundan sonrakilerde görülmemektedir. Buradan Sultan Abdülmecîd Hanın vefâtıyla çalışmasına son verildiği tahmin edilmektedir. Bu ilk Türk Akademisi 12 yıl kadar hizmet vermiştir.
Enderun (Enderün-u Hümâyun) Osmanlı sarayında, devlet işlerini görecek olanların sistemli tarzda mükemmel bir tahsile tâbi tutuldukları ve terbiyenin öğretildiği müessese. Sarayın iç kısmı mânâsına gelmekte olup, “Enderûn-ı Hümâyûn” şeklinde de kullanılırdı. İstanbul’un alınmasından sonra Fâtih, Topkapı Sarayını yaptırdı. Dört tarafı surlarla çevrili bu saray; değirmenleri, fırınları, bostanları, silah depoları, koğuşları ve mescitleriyle âdetâ bir kasaba idi. Mutfaklarında günde yirmi bin kişiye yemek dağıtılıyordu. Fâtih, Osmanlı Devletinin teşkilâtını temelleştirirken, Enderûn’u da sağlam esâslara oturttu. Meşhur Kânûnnâmesin’de Enderûn için bâzı maddeler koydu. Enderun, Fâtih’in büyütmesiyle de kalmadı. Osmanlı hudutları büyüdükçe buna paralel olarak saray teşkilâtı da genişletildi. Sarayın enderun halkını, devşirme denilen bâzı Hıristiyan tebaa çocukları veya harplerde esir alınıp yetiştirilen gençler meydana getirmekteydi. Bunlar devşirme kânununa göre sekiz ilâ on sekiz yaşları arasında toplanıp önce Edirne Sarayı, Galata Sarayı, İbrâhim Paşa Sarayı gibi saraylarda tahsil ettirilip, Türk-İslâm âdet ve geleneklerine göre yetiştirilirdi.
Bu saraylarda eğitim gören içoğlanlarından başarılı olanları, belli aralıklarla çıkma denilen usûl ile ihtiyaca göre Enderûn Mektebine alınır, diğerleri ise Kapıkulu Süvârî Bölüklerine gönderilirdi.
Topkapı Sarayı Enderûn Mektebinde, hem devlet adamı veya sanatkâr olmak üzere tahsil ve terbiye gören, hem de çeşitli hizmetlerde bulunan içoğlanları (gılâmân-ı enderûn) altı odaya ayrılmışlardı. Aşağıdan yukarıya doğru bu altı oda şunlardır: 1) Büyük ve küçük odalar, 2)Doğancı koğuşu, 3)Seferli odası, 4) Kiler, 5)Hazîne odası, 6)Has oda.
Topkapı Sarayı içoğlanları dolamalı ve kaftanlı olarak iki sınıf idiler. Büyük ve küçük oda gılmanlarına, dolama giydiklerinden dolayı dolamalı, seferli, kiler, hazine ve has oda gılmanlarına da kaftan giydikleri için kaftanlı denilirdi.
Enderûn mektebinde ilk müfredât programı; Kurân-ı kerîm, ilm-i hâl, tecvit gibi sâdece dînî bilgileri öğreten derslerden ibâretti. İkinci Murad zamânında müfredât programları geliştirilip; tefsir, hadis, fıkıh, ferâiz, şiir ve inşâ, hey’et, hendese, coğrafya, ilm-i kelâm, mantık, meânî, bedî’ ve beyân ile hikmet dersleri verilmeye başlandı.
Enderûn mekteplerine alınan içoğlanları öncelikle buradaki hazırlık sınıfları olan küçük ve büyük oda gılmanları arasına katılırlardı. Buradaki okuma-yazma, özellikle Kur’ân-ı kerîm tahsiliyle ilgili derslerdi. Buradan doğancı koğuşuna geçen içoğlanları eğitim ve öğretime devâm ederlerdi. Doğancı koğuşunun 1675’te kaldırılmasından sonra yüksek tahsilin ilk basamağı seferli odası oldu.
Enderûn Mektebinde asıl eğitimin başladığı bu odada tetimme medreselerine denk bir eğitim gören içoğlanları, dersleri dışında Farsça okumak ve en az bir zanâat, sanat veya fenle (zekâ tesbiti sonunda belirlenen istidâtlarına göre) ilgilenmek zorundaydı. Bunlar dışında ata binmek, iyi silâh kullanmak isteyenler, iyi bir silâhşör olarak yetiştirilirlerdi. Güzel yazı (hüsn-i hat), cilt sanatı, tezhib, tasvir, mîmârî gibi sanatları öğrenmek isteyenler, şiir, edebiyât ve tıp, matematik, hendese gibi bilimlere ilgi duyanlar da ilgilendikleri alanlarda sarayda görevli bilginlere veya ehl-i hıref-i hassa (sarayda bulunan mesleğinde ehil sanat erbâbı) üstatlarına devâm ederlerdi. Bunlar için hükûmetçe zamânın en büyük sanatkâr ve bilim adamları görevlendirilir, saray-ı hümâyûn hocaları ünvânını alan bu üstatlar, haftada bir defâ Enderûn Mektebine gelirler, öğrenciler tarafından karşılandıktan sonra da o günkü konuyu işlemeye başlarlardı. İçoğlanları, aldıkları bu dersle yetinmezler, kendilerinden eski olan oda kıdemlilerinin çevrelerinde dört-altı kişilik gruplar meydana getirerek, kendi kendilerine küme çalışmalarına devâm ederlerdi. Böylece yedi-sekiz yıllık bir eğitim ve öğretimi bitiren delikanlılar ya bir üst sınıfa geçerler, ya bir saray görevine tâyin edilirler veya uygun bir subaylıkla saray dışına verilirlerdi. Daha sonra sırasıyla Kiler ve Hazîne odasında eğitim gören gılâmân-ı enderûn en son Has Oda denilen bölüme gelirlerdi.
Has Odadakiler Enderûn Mektebinin elit (en yüksek) kısmı idiler. Genç olmalarına rağmen büyük bir mevkiye sâhib olurlardı. Burada bulunanlara devrin en yüksek eğitimi ve öğretimi verilirdi. Buradaki eğitimin ana hedefi elemanları idârecilik yönünden yetiştirmekti.
Has odalılar eski ve acemiliklerine göre dış hizmete çıkarılırlardı. Eğer eskilerden ise müteferrikacılık, acemi ise çâşnigirlikle çıkardı. Has odalıların sancak beyliği ile çıktıkları da görülürdü.
Enderûn’a âit bütün odaların ve koğuşların harfi harfine tatbik edilen nizâmnâmeleri vardı. Tertip ve tanzim edilmemiş, kendi hâlinde bırakılmış hiçbir şey yoktu. Koğuşlarda disiplin son derece sıkı idi. Yatılıp kalkılacak ve dinlenilecek zamanlar da dakika şaşmazdı. Has odalılar hâriç, diğer dâire mensupları güneşin doğmasından iki saat önce kalkarlardı. Kalkış ve yatış saatleri güneşin doğuş ve yatsı namazının vaktine göre devamlı değişirdi. Yatsı namazı cemâatle kılındıktan sonra hemen yatılırdı. Bu esaslar doğrultusunda kurulup teşkilâtlanan Enderûn-ı Hümâyûn Mektebi, kuruluşundan îtibâren aşağı yukarı devletin bütün büyük siyâsî ve askerî memurlarını yetiştirdi. Bu memurlar, mektepten aldıkları terbiyenin mükemmelliği sâyesinde, Osmanlı Devletine sadâkât ve hamiyyetleriyle hizmet ettiler.
Diğer taraftan Enderûn-ı Hümâyûn devletin günlük hayâtının en canlı alanı idi. Akağalar Kapısı önündeki mermer sütunlarla çevrili revakta cülûs-ı hümâyûn, ayak dîvânı, bayramlaşma gibi merâsimler veya olağanüstü toplantılar yapılırdı. Harplerde Sancak-ı şerîf bu kapı önüne dikilirdi. Bâbüssaâde’nin iki kapısı arasında Kapıağası Dâiresi yer alırdı. Burada, iç kapıdan girilince tam karşıda arz odası ve onun arkasında İkinci Selim zamânında yaptırılan 12 sütunlu mermer havuz yerine Üçüncü Ahmed tarafından yaptırılan kütüphâne yer almaktadır. Enderûn-ı Hümâyûnda ayrıca hazîne-i hümûyûn (iç hazîne, enderûn hazînesi), kiler-i hassa, hazîne kethüdâsı dâiresi, hazîne koğuşu, Hırka-i saâdet ve mukaddes emânetleri ihtivâ eden has oda, enderûn ağaları mescidi, pâdişâhın özel mutfağı (kuşhâne) bulunmaktadır. Enderûn bölümünde Sultan Dördüncü Murad’ın yaptırdığı Bağdat, Revan ve Kara Mustafa Paşa Köşkü ile Mecidiye Kasrı da yer almaktadır.
Saray teşkilâtının kurulduğu ilk zamanlarda enderûn ricâlinin en büyüğü Kapıağası idi. Sonraları Bâbüssaâde Ağası ünvânını alan bu memur, topyekün Enderûn memûriyetinin âmiriydi. Maiyetinde Kapıoğlanı ismiyle otuz-kırk kişi bulunurdu. Bunlardan; miftâh ağası, peşkir ağası, şerbet ağası, ibrik ağası diğerlerinin büyüklerindendi ve doğrudan baş ağanın maiyeti sayılırlardı. Kapıağası her zaman pâdişâha refâkat ederdi. Yalnız pâdişâh seferde ve avda buluduğu zaman yanında bulunmaz, sarayın muhâfazası hizmetini îfâ ederdi. Taşra hizmetine verilip saray dışına çıkarıldığı zaman, Mısır vâliliğince (16. asır sonlarında) gönderilirdi.
Enderûn ağalarının ikincisi Hasodabaşı idi. Pâdişahın en yakın hizmetini görenler bunun emrindeydi. Emri altında Hasoda gılmanı ismi verilen içoğlanları vardı. Has odabaşı da dâimâ pâdişahla berâber bulunurdu. Saraydaki emânât-ı mukaddesenin muhâfazası da has odaya âitti. Ayrıca Hırka-i saâdetin huzûrunda Kur’ân-ı kerîm okurlardı. Silahdâr Ağa, has oda ağalarının ikincisiydi. Sarayda pâdişaha âit kılıç, tüfenk, ok, yay, zırh gibi eşyâları bu ağa muhâfaza ederdi. Has oda ağalarının üçüncüsü olan çuhâdâr ağa, alaylarda ata binerek pâdişahın gerisinde gider ve yağmurluğunu taşırdı. Has odanın dördüncü ağası olan rikâbdâr ile has oda ağalarının sonuncusu olan tülbend gulâmının vazîfesi, pâdişâhın husûsî eşyâyarını taşımak ve hizmetini görmekti. Bu ağalar ve emrindekiler üzerlerine düşen hizmetleri görürlerken, eğitimlerini de aksatmadan devâm ettirirlerdi. Bu ağalar saray içi terfilerde sıraya göre birbirilerinin yerine terfi ederler, saray dışına çıktıklarında da vezir pâyesini alırlardı.
Enderûn ağalarının üçüncüsü aynı zamanda hazîne-i hümâyûn görevlilerinin reîsi olan Hazînedârbaşı idi.
Kilercibaşı Enderûn ağalarının dördüncüsüydü. Pâdişah yemek yerken hizmet-i hümâyûnda bulunur, kilercilere nezâretlerle berâber sofra edevâtını muhâfaza ederdi.
Beşincisi Sarayağası idi. Sarayağası, Enderûn-ı Hümâyûn nâmını alan, has oda, hazîne, kiler ve seferci odası, doğancı koğuşu ile büyük ve küçük odaların muhâfazasına nezâret ederdi. Maiyetinde yine ağalardan kırk nefer bulunurdu.
Enderûnda çok sıkı bir intizam vardı. Kıdemli olmak büyük bir meziyet teşkil ederdi ve her ağa kendinden eski olana hürmet etmek mecbûriyetinde idi. Kânun küçük bir ihmâlkârlığa bile yer vermeden tatbik olunur, en küçük bir disiplinsizliği görülen derhâl saray dışına çıkarılırdı.
Enderûn halkı gün doğmadan önce kalkar, abdest alıp topluca sabah namazını kılardı. Pâdişah da ekseriyâ sabah namazını Enderûn Câmiinde edâ ederdi.
Enderûnda; kuşlukta, ikindide ve yatsıdan sonra olmak üzere günde üç defâ yemek verilirdi. Bu yemekler, ilk zamanlar iki kap iken, zamanla dörde, sonra da altıya çıkmıştı.
Enderûnluların elbiseleri hünkâr tarafından tedârik edilirdi. Ağalar, başlarına som sırma takke ve takkenin altına iç fesi giyerlerdi. İki kollarının yanından enlice siyâh kadifeden zülüf denen uzun birer alâmet sallandırırlardı. Üstlerine, mevsime göre kaftan ve altlarına entâri giyer, bellerine ağır sırma işlemeli, kapaklı kemer takarlardı. Pâdişahla dışarı çıktıklarında kalıp işi denilin kavuk giyerler ve bellerine lâhûrî şal sararlardı. Eskiler mücevherli bıçak ve hançer takarlardı.
Bilhassa ilk kuruluş ve devletin yükselme devrelerinde hakîkî bir mektep vazîfesi gören Enderûn’dan, altmış sadrâzam, üç şeyhülislâm, yirmi beş kaptan paşa yetişti. Yirminci asrın tanınmış psikologlarından Amerikalı Terman, Enderûn okullarına, alınan talebeler ile ilgili olarak; “Zekâ ölçmek, test usûlünü kullanmak ilk olarak Osmanlılarda, Enderûn’a seçilen talebelerde başladı.” demektedir.
Osmanlı orduları Viyana’ya kadar gelince, Avrupa devletleri çok korku ve telâşa kapıldılar. İslâmiyet Avrupa’ya yayılıyor, Hıristiyanlık yok oluyor diye şaşkına döndüler. Osmanlı akınlarını durdurmak için çâreler aradılar, çok uğraştılar. Sonunda İstanbul’da bulunan İngiliz sefiri müjdeyi gece yarısı şifre ile bildirdi. Şifresinde; “Buldum, buldum, Osmanlıları zaferden zafere ulaştıran sebebi ve bunları durdurmanın çâresini buldum.” diyor ve bulduğu çâreleri şöyle anlatıyordu:
“Osmanlılar, aldıkları esirlere hiç kötülük yapmıyor, kardeş gibi davranıyorlar. Hangi milletten, hangi dinden olursa olsun, küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar. Keskin zekâlı çocuklar, seçilerek saraydaki (Enderun) denilen mekteplerde, değerli öğretmenler, tarafından okutuluyor, İslâm bilgileri, İslâm ahlâkı, fen, kültür dersleri verilerek, kuvvetli, başarılı müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Osmanlı ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar, Sokullular ve Köprülüler gibi seçkin siyâset ve idâre adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardı. Osmanlı akınlarını durdurmak için, bu Enderûn mekteplerini ve bunların kolları olan medreseleri yıkmak, Osmanlıları fende geri bırakmak lâzımdır.”
Devşirme usûlünün kalkmasından sonra, Enderûn’a köleler alınmaya başlandı. Ancak birçok vezir, asilzâde ve tüccar, şeref bulmak düşüncesi ile çocuklarını Enderun’da okutabilmek için köle diye Saraya satıyorlardı. Bu durum anlaşılınca pâdişahlar, zâdegân takımından gençlerin Enderûna kaydedilmesini emrettiler.
İkinci Mahmud, Yeniçerilerin kaldırılmasıyla başlanan ıslâhât sırasında, Enderun’da da hayli değişiklik yaptı. Enderûn-ı Hümâyûn Nezâreti nâmıyla bir nezâret teşkil olundu ve ayrıca Mâbeyn-i Hümâyûn Müşirliği ihdâs edildi. Sultan Abdülmecîd Han zamânında Dolmabahçe Sarayına nakledilen Enderûn’un eski vaziyeti gevşemeye ve bozulmaya başladı. Mâbeyn, Enderûn’dan ayrıldı. Enderun müstahdeminin eski terakkî yolları kapandı. Tanzimât ile mekteplerden fen dersleri kaldırılıp enderûnlar da değerini kaybedince, sultan İkinci Abdülhamîd Han, günün şartlarına uygun orta dereceleri mektepler ve fakülteler açtı.
Eyalet Osmanlı merkez teşkilâtının dışında, taşrada bulunan ve beylerbeyi tarafından yönetilen en büyük idârî bölge. Osmanlı Devletinde taşra teşkilâtı, aşağıdan yukarıya köy, nâhiye, kazâ, sancak ve eyâlet olmak üzere idârî taksimâta ayrılmıştı. Temel idârî birim sancak olup, sancakların birleşmesinden eyâlet (vilâyet) veya beylerbeyilik denilen büyük idârî birimler meydana gelmektedir. 1590 târihine kadar, teşkilât tâbiri olarak beylerbeyilik kelimesi kullanılmış, bu târihten îtibâren eyâlet tâbiri kullanılmaya başlamıştır.
Osmanlı hâkimiyeti altında bulunan topraklardan büyük bir kısmı doğrudan doğruya pâdişahın otoritesi altındaydı. Buralarda timar denilen bir toprak sistemi uygulanıyordu. Devletin gelirleri, bir takım görevler karşılığı idârecilere ve sipâhîlere tahsis edilmekteydi. Ekserisi Anadolu ve Rumeli’de bulunan bu eyâletlere salyânesiz yâni yıllıksız denilirdi.
Bunun yanında Osmanlılar Anadolu ve Rumeli eyâletlerinden daha bağımsız; Mısır, Bağdat, Yemen, Basra, Lahsa, Habeş ve Garb Ocakları denilen Cezâyir, Tunus, Trablusgarb gibi eyâletlerin şekillendiği toprakları idârî çatıları altında toplanmaktaydılar. Bunlara sâlyâneli yâni yıllıklı eyâletler denilmektedir. Buralarda Osmanlı beylerbeyi idâresi altında askerî, mâlî ve adlî sâhalarda değişik bir tatbikât vardı. Bölgenin beylerbeyi, yâni vâlisi, eyâletin idârî ve askerî harcamalarını gerçekleştirdikten sonra sâlyâne yâni yıllık adı altında devlet merkezine muayyen bir mikdâr göndermekle yükümlü idi.
Bunlara benzer olarak Doğu Anadolu’nun bâzı bölgelerinde, idâresi kabîle beylerine âit ırsî sancaklar vardı. Hükûmet denilen bu sancaklarda, bütün gelirler ırsî kabîle beylerine âit bulunuyordu. Buna karşılık bu beyler, belirli bir oranda asker toplamak ve gerektiğinde devletin emrine göndermek durumunda idi. Bölgenin şehirlerinde birer kâdı ve yeniçeri garnizonu bulunması diğer eyâletlerle birlikte taşıdıkları ortak özelliklerdi. Bunlara aynı zamanda yurtluk ve ocaklık idâresi de denirdi.
Eyâleti idâre eden beylerbeyi, pâdişâhın otoritesini temsil eden en yüksek yöneticiydi. Eyâletin her bir sancağına devlet merkezinden bir sancak beyi tâyin edilirdi. Paşa Sancağı adı verilen eyâlet merkezine de eyâlet vâlisi gönderilirdi. Eyâlet vâlileri hem askerî hem de mülkî yöneticilerdi. Beylerbeyi, emri altındaki görevlilerle birlikte merkezdeki Dîvân-ı hümâyûnun küçük bir benzeri olan beylerbeyi dîvânı ile eyâleti yönetmekteydi (Bkz. Beylerbeyi). Beylerbeyinin yanında bölgenin kazâ (yargı) kuvvetini ise kâdı temsil ediyordu. Bey, kâdının hükmü ve karârı olmadan hiç kimseyi cezâlandıramazdı. Osmanlılar eyâlet idâresinde bu kuvvetler ayrımını âdil bir idârenin esâsı saymışlardır.
Sultan Birinci Murâd (1360-1389) devrinde, Balkanlardaki fütûhâtın devâmı ve elde edilen toprakların idârî kontrolü için, Lala Şâhin Paşa Rumeli beylerbeyi tâyin edildi (1362). Birinci Murâd daha sonra oğlu Bâyezîd’i doğuda yeni fethedilen bölgelerin beylerbeyi olarak Kütahya’ya gönderdi ki; burası Osmanlıların ikinci beylerbeyliğinin (Anadolu) nüvesini meydana getirdi (1393).
Sultan Yıldırım Bâyezîd, Kâdı Burhâneddîn’e âit memleketleri eline geçirince, Rûmiye-i sugrâ (Amasya, Tokat, Sivas) vilâyetini üçüncü bir beylerbeylik olarak ihdas etti. On beşinci yüzyıl ortalarına kadar devâm eden bu üç beylerbeylik, Osmanlı Devletinin temelini teşkil etti.
1468 yılında fethedilen Karaman, bir beylerbeylik hâline getirildi. Kânûnî Sultan Süleymân Hanın saltanatı başlarında; Dulkadriye (Maraş), Haleb, Şam ve Mısır beylerbeylikleri kuruldu. Yine Kânûnî devrinde yapılan yeni fetihler netîcesinde Asya’da Bağdat, Van, Erzurum, Şehrizor; Avrupa’da Budin ve Tameşvar gibi beylerbeylikler teşkil olundu. Nihâyet, 17. yüzyıl başlarında, eyâletlerin sayısı 32’ye ulaştı. Bu düzen içinde pâdişah hiç masrafa girmeden bir emirle kısa zamanda ordunun en büyük kısmını meydana getiren eyâlet askerlerini toplayabiliyordu.
On altıncı yüzyılın ikinci yarısına kadar kapıkulu ocakları ile (yeniçeriler ve diğerleri) birlikte devletin ordusunun en önemli kısmını eyâlet askerleri teşkil etmekteydi.
1528 târihli arşiv belgelerine göre, 27.000 kapıkulu askerine karşılık eyâlet askeri olarak timarlı sipâhî ordusu 90.000’i bulmaktadır. 1610 târihlerinde kapıkulu ocakları 90.000, timarlı sipâhî ordusu ise 115.000 olarak hesaplanmaktadır. Bu târihte zâten timarlı sipâhî ordusu önemini kaybetmeye başlamıştır.
Kânûnî Sultan Süleymân devrinde, Pargalı İbrâhim Paşanın sadrâzamlığı zamânında Osmanlı Devletinin her tarafındaki idârî bölgelerini yâni eyâlet ve livâ (sancak)larını, bunların idârecilerini ve ne kadar hasları olduğunu gösteren listeler bugün Topkapı Sarayı Müzesi Arşivinde muhâfaza edilmektedir. On altı ve on yedinci yüzyıla âit eyâlet teşkîlâtına mahsûs bilgileri, Başbakanlık Osmanlı Arşivindeki sancak tevcihât, rüûs ve tahvil defterlerinde bulmak mümkündür.
On altıncı yüzyıla âit tapu-tahrir defterlerinde de; sancak, kazâ, nâhiye, köy derecesine kadar eyâlet teşkilâtına âit gâyet kıymetli bilgiler verilmektedir.
Asya, Avrupa ve Afrika’daki eyâlet ve başşehirleri şunlardır: Anadolu (Ankara ve Kütahya), Rumeli (Edirne sonra Sofya ve Manastır), Rum (Amasya ve Sivas), Bosna (Saraybosna), Karaman (Konya), Dulkadir (Maraş), Şam (Dımaşk), Mısır (Kâhire), Trablusşam (Tripoli), Yemen (Zabîd, San’a), Cezâir-i Bahr-i Sefîd (Gelibolu), Cezâir-Garb (Cezâyir), Lahsâ (Katîf), Trablus-Garb (Tripoli-Libya), Habeş (Suakin ve Cidde), Kıbrıs (Lefkoşe), Trabzon, Kefe, Halep, Kars, Bağdat, Van, Tunus, Basra, Budin, Tameşvar, Çıldır, Erzurum, Şehrezur, Diyarbekir, Musul.
Osmanlı Devletinin eyâletlerinin idâresindeki yürütme ve yargılama gücünü ayırması bugünkü hür devletlerin tatbik ettiği kuvvetlerin ayrılığı prensibinin aynısıdır.
Osmanlılar eyâlet sistemini bünyesinde yüzyıllarca uygulayıp, geliştirmiş, böylece devrinin en iyi idâre sistemine sâhip olmuştur. Bugün, Amerika Birleşik Devletleri ve Federal Alman Cumhûriyetindeki eyâlet sistemi Osmanlılardakine benzemektedir.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 7:59 pm | |
| F, G
Fener Rum Patrikhanesi Ortodoks kilisesinin başpiskoposluğu. İstanbul’da Fener semtindeki Aya Yorgi kilisesinde bulunduğu için Türkiye’de Fener Rum Patrikhanesi adıyla anılmaktadır.
Birinci Constantinus’un (306-337) Roma İmparatorluğunun başkentini Roma’dan Bizans’a taşıması ve şehre Konstantinopolis (İstanbul) adını vermesiyle buradaki kilise başpiskoposluk mevkiine yükseldi. Böylece Bizans’ın daha önce bağlı bulunduğu Herakleia Perinthos Metropolitliği de Konstantinopolis’in yetki alanına girdi. Altıncı asırda piskoposun resmî ünvanı “Yeni Roma (Konstantinopolis) Başpiskoposu” ve “Ekumenik Patrik” idi. Hıristiyanlık Doğu Avrupa’nın büyük bölümüne (Bulgaristan, Sırbistan, Romanya, Rusya) Konstantinopolis’ten yayıldı. Bilhassa Osmanlıların akınlarına hedef olmaya başladıktan sonra zaman zaman bâzı Bizans imparatorlarının Doğu ve Batı kiliselerini birleştirme teşebbüslerine patriklik şiddetle karşı çıktı. Fâtih Sultan Mehmed Han İstanbul’un fethini gerçekleştirdiği sırada, son Patrik İkinci Athanasios, iki kilisenin birleşmesine karşı çıktığı için görevi bırakmış ve yerine tâyin yapılmamıştı.
Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’u aldıktan ve Ayasofya’yı da câmiye çevirdikten sonra Ortodokslara dînî hayatta serbest olduklarını, bir patrik seçerek patrikhânenin faaliyete geçirilmesini bir fermanla bildirdi. Fermanda patrikhâneye çok geniş haklar tanınıyordu. Fâtih’in hiçbir mecburiyeti yokken onlara bir takım dînî imtiyazlar tanımaktaki gâyesinin; doğu ve batı kiliselerini birbirinden ayırmak olduğu belirtilmektedir. Esâsen, ikiye bölünmüş bir Hıristiyanlığı bu siyâsetiyle devam ettirmek istedi tezi akla ve mantığa uygun geldiği için kabul edilmektedir. Halbuki İslamiyetin müdafii olarak hareket eden ve hazreti Peygamberin müjdesine mazhar olan Fâtih Sultan Mehmed’in burada insana insan olma bakımından verdiği değer ortaya çıkmaktadır. O târihe gelinceye kadar hiçbir hükümdara nasip olmayan ve bugün için dahi uygulanması mümkün görülmeyen bu büyük toleransı ile Fâtih, insanlığın en yüksek mertebesine erişmiş hârikulâde bir şahsiyettir.
Patrik makamı, 1453-56 yılları arasında bugünkü Fâtih Câmiinin bulunduğu yerdeki Havâriyyûn Kilisesinde, 1456-1587’de ise Manastır kilisesinde kaldı. Buranın Fethiye adıyla câmiye çevrilmesinden sonra Fener’de Panakgia kilisesine (1587), buradan Balat’taki Hagios Dimitrios kilisesine (1597) ve son olarak da günümüzdeki patrikhânenin bulunduğu Aya Yorgi kilisesine taşındı (1601).
On yedinci yüzyıldan itibaren bâzı patriklerin siyâsetle uğraştıkları ve merkezî otoriteyi sarsıcı hareketlerde bulunmaları üzerine patrikhânenin haklarına kısıtlama getirildi. Devlete karşı tutum ve davranışları sebebiyle Patrik Porthenios IIIve Patrik Gregorios II asıldılar. 1821’de ise, Yunanistan’ın bağımsızlığı için ayaklanan Rum çetelerine para ve silâh yardımında bulunan ve Mora Ayaklanmasını açıktan açığa kışkırtan Patrik Gregorios, İkinci Mahmud Hanın emriyle patrikhânenin orta kapısında îdâm edildiler. Patriğin göğsüne asılan yaftada kendilerine bahşedilen imtiyazlar belirtildikten sonra; “Allah tarafından müeyyed ve bekâsı, Âyât-ı semaviyye ile sâbit bulunan din ve devlet” aleyhinde işlediği hıyânetler sayıldıktan sonra, başkalarına da ibret olsun diye idam edildiği ifade ediliyordu. Bu târihten îtibâren patrikhânenin ana giriş kapısı devamlı kapalı tutuldu. Rumlar hâlâ bu kapıyı intikam hissi ile kapalı tutmakta ve burada bir Türk büyüğü asılmadıkça açmayacaklarını ifade etmektedirler.
1829’da Yunanistan’ın bağımsızlığını kazanmasından sonra patrikhane her geçen gün Yunan hükümeti ile işbirliğini arttırdı. Osmanlı topraklarında yaşayan Rumları pâdişâha ve idareye karşı devamlı kışkırtmaya çalıştı. Pâdişah aleyhinde çalışan gizli cemiyetleri destekledi. Birinci Dünyâ Savaşından sonra (1918) Türk topraklarının bir bölümünü Yunanistan’a bağlamak ve Bizans’ı yeniden diriltmek gâyesiyle harekete geçti. Bu amaçla Rum Matbuat Cemiyeti, Rum İttihadı Millî Cemiyeti, Etniki Eterya, Rum İzcilik Teşkilâtı, Rum Küçük Asya Cemiyeti ve Rum Trakya Cemiyeti gibi kuruluşları maddî bakımdan destekledi. 16 Mart 1920’de İstanbul’un işgâli üzerine, patrikhâneye Bizans’ın çift başlı kartal armasını taşıyan bayrağı çekildi. Ayrıca Ayasofya’yı da ele geçirip kubbesine çan ve kapısına Bizans bayrağı asmak isteyen patrikhâne, Sultan Vahideddîn Hanın özel muhafız birliğini buraya yerleştirmesi üzerine bu arzusuna kavuşamadı.
Kurtuluş Savaşının kazanılmasından sonra Patrik Doroteos ile patrikhânenin önde gelen din adamları Yunanistan’a kaçtılar. Türk milleti zor gününde kendisini arkadan hançerleyen patrikhânenin artık ülke sınırları dışına çıkarılmasını istiyordu. Nitekim Lozan görüşmeleri sırasında Türk murahhas heyeti, patrikhânenin artık İstanbul’da kalamayacağını kesin bir dille ifade etmişti. Buna rağmen İngiliz diplomatı Lord Gürzon’un İnönü ve Rızâ Nur’la görüşmesinden sonra patrikhânenin Türk topraklarında kalmasına müsâade edildi. Bu muahedeye göre patrikler TC uyruklu olarak ve Sen Sinot Meclisince seçileceklerdi.
1987’de patrikhâneye bağlı dört metropolitlik (Kadıköy, Adalar, Terkos, Bozcaada ve Gökçeada), 61 Rum Ortodoks kilisesi, 11 Rum manastırı faaliyet hâlindeydi.
Garb Ocakları Osmanlı Devletinin Kuzey Afrika’daki üç eyâleti; Tunus, Cezâyir ve Trablusgarb’a verilen ortak ad. Bunların muhtar bir idâreleri vardı.
On altıncı yüzyılda Kuzey Afrika kıyılarında, batıdan Portekizlilerle İspanyolların, doğuda da Osmanlıların katıldıkları büyük bir nüfuz mücâdelesi vardı. Türkler ilk defâ olarak 1516’da Oruç Reis komutasında, İspanyollara karşı üstünlük kurarak Cezâyir’e ayak bastılar. Cezâyir bir aralık Tunus beyinin eline geçmiş ise de, 1525’te Hızır (Barbaros) tarafından geri alınmıştı. Akdeniz’i İspanyol gemilerine dar eden Hızır Reis, 1533’te Kânûnî Sultan Süleymân Hanın dâveti üzerine İstanbul’a gelerek Osmanlı Devletinin hizmetine girdi. Büyük Türk denizcisi, Cezâyir beylerbeyi hil’atini giyerek kaptan-ı deryâ unvânını aldı. Aynı yıl İstanbul tersânelerinde Barbaros Hayreddin Paşaya verilmek üzere 61 parça gemi inşâ edildi. Böylece daha da güçlenen Barbaros, 1551’de Trablusgarb’ı, 1574’te de Tunus’u ele geçirerek Osmanlı hâkimiyeti altına aldı.
Osmanlı Devletine katılan diğer yerlerde olduğu gibi, bu üç Afrika ülkesinde de başlangıçta klâsik eyâlet teşkilâtı kurularak, sâlyâneli birer beylerbeylik hâlinde doğrudan doğruya merkeze bağlanmışlardı. Sâlyâne yâni yıllıkla idâre olunan eyâlet ve sancakların bütün vâridâtı kendi hazîne yetkilileri tarafından tahsîl olunup, beylerbeyi ile sancakbeylerine ve kul (maaşlı asker) sınıfına hâsıl olan vâridâttan maaş verilir ve fazlası hazîneye gönderilirdi.
Cezayir Ocağı
Barbaros Hayreddîn Paşanın Osmanlı Devleti hizmetine girmesiyle idâresinde bulunan Cezayir, beylerbeylik olarak kendisine verilmişti. Şehrin muhâfazası için de İstanbul’dan 2000 kadar yeniçeri gönderilerek Cezayir Ocağının temeli atıldı (1533). Bu miktar daha sonra 20.000’e kadar yükseltildi.
Bu kuvvetler Cezayir’de Kasriyye denilen yedi kışlada bulunurlardı. Teşkilâtları yeniçerilerin bölük teşkilâtının aynı olup, bütün zâbitlerinin üstünde en büyük zâbit olarak yeniçeri ağası vardı. Cezayir Ocağında yeniçerilerden başka Türklerden müteşekkil süvâri bölükleri ile yerlilerden kurulu Mahazin adında başka bir atlı kuvveti de bulunuyordu. Cezâyir’de biri beylerbeyine ve diğeri yeniçeri ağasına âit olmak üzere Paşa ve Ağa dîvânları vardı. Kerrase denilen Paşa Dîvânı; hazînedâr (defterdâr), vekilharc (gümrük emîni), emîr-i âhûr, beytülmâlci, azab ağası, kâdı ve yeniçeri ağasından müteşekkildi. Paşa Dîvânı eyâlet işlerine ve Ağa Dîvânı da yeniçeri ocağı işlerine bakarlardı. Ancak Ağa Dîvânı 1618’den îtibâren hükûmet yâni beylerbeyine âit işlere karışmaya başlayınca, vâlilerin nüfûzu kırıldı. Çok kısa süren bu durumdan sonra reislerin 1671’deki tekrar iktidârı almaları ile “dayılık devri” başladı.
İlk dayılar denizciler tarafından seçildiği hâlde, bir süre sonra yeniden kuvvet kazanan ocaklılar, seçimi kendileri yapmaya başladılar. Cezayir’de 18. yüzyılda vâlilerin hiçbir hüküm ve nüfûzları kalmadı. Dayının bir meclis tarafından seçilmesi usûlden ise de çok defâ buna uyulmazdı. Dayının, vâli ve kendisini seçen meclisle iş görmesi îcâb ederken, dayılar mevkilerini sağlamlaştırdıktan sonra kâideye riâyet etmez oldular. Bu bölünme ve merkeze riâyetsizlik 17. yüzyılda Cezayir Ocağının donanmasının güçten düşmesine sebebiyet verdi.
Nitekim 18. asrın ilk yarısında Cezâyir donanması yirmi kadar gemiye sâhipti ve bu devirde evvelce yirmi bin olan Cezayir yeniçerileri de beş bin hattâ iki bine kadar düştü. Bu durum, Cezayir’in 1830 yılında Fransızlar tarafından işgâl edilmesine kadar sürdü. Son dönemde artık beylerbeylik makâmı tamâmen kalkmış, ülke üzerindeki Osmanlı hâkimiyeti yeni seçilen dayıya hil’at ve fermân göndererek onun memuriyetini tasdik etmekten ibâret kalmıştı. Böylece hukûken Osmanlı topraklarından sayılan ve Osmanlı Devletinin Akdeniz’de giriştiği deniz savaşlarına katılan Cezayir’in dayıları, zaman zaman bağımsız bir devlet başkanı gibi hareket etmek, hattâ dış devletlerle ayrı ayrı antlaşmalar imzâlamak imkânı bulmuşlardı.
Tunus Ocağı
Tunus 1534’te Barbaros Hayreddîn Paşa tarafından Benî Hafs Hânedânının elinden alınarak Osmanlı ülkesine katıldı. Başlangıçta Cezâyir beylerbeyliğine bağlı olarak idâre edilen Tunus, 1573 yılında doğrudan doğruya beylerbeylik yapıldı ve idâresi Haydar Paşaya verildi.
İnebahtı bozgununu müteâkib Tunus, Haçlı donanması komutanı Prens Donjuvan tarafından 1573’te işgâl edildi. Ancak Yemen fâtihi meşhur Sinân Paşa ertesi sene donanma ile gelerek Tunus’u geri aldı ve şehrin muhâfazası için de dört bin yeniçeri bıraktı. Tunus’un tekrar zaptından sonra daha güneyde ve sâhile yakın olan Kayrevan Hâkimi Şeyh Abdüssamed, 1586’da Osmanlı Devletine itâat ederek, kaleyi ve elindeki bütün toprakları Tunus beylerbeyine teslim etti.
Tunus’ta beylerbeylik dönemi 1594’te yeniçerilerin ayaklanarak kendi bölükbaşılarından birini üç yıl için dayı seçmeleri sonucu son buldu. Başlangıçta seçimle işbaşına gelen dayılar, bir müddet sonra Osmanlı hükûmetinin denizcilerden birini verâset yoluyla dayı atamaya başlamasıyla babadan oğula geçer bir duruma geldi.
On yedinci asırda Tunus’un idâresi görünüşte beylerbeyi emrinde ise de, Emîr-ül-Evtan denilen Vatan Sancakbeyinin, yâni üç kişinin elindeydi. Bu üçlü kuvvetin nüfûz mücâdelesi Tunus’un idârî ve iktisâdî gücüne önemli ölçüde darbe vurdu. Osmanlı pâdişâhları bunlara devamlı nasîhat yollu fermanlar göndermiş ise de bunlara uyan çıkmamıştı. 1705 yılında Hüseyin bin Ali dayılık yönetimine son vererek idâreyi tek elde topladı. Bu yeni durum Hüseynî Sülâlesinin idâre dönemi olarak Tunus’un 1881 yılında Fransız istilâsına kadar sürdü.
Trablusgarb Ocağı
Rodos 1522’de Osmanlılar tarafından fethedilince, kalede bulunan Sen Jan şövalyeleri buradan çıkarak Trablusgarb’a yerleşmişler ve burasını kendilerine üs yapmışlardı. 1551 yılında kaptan-ı deryâ Sinan Paşa ile Turgut Reis’in Trablusgarb’ı fethetmesine kadar sürdü.
Trablusgarb fethedildikten sonra, eyâlet olarak, Turgut Reis (Paşa) idâresine verildi. Turgut Paşa Malta muhâsarasında şehid düşünce, bir aralık Cezayir’e bağlanan Trablusgarb, sonra tekrar ayrıldı. Ancak 1609’da dayılık usûlünün, diğer ocaklarda olduğu gibi, Trablusgarb’da da kabûlü, beylerbeylik sisteminin eski otoritesinin kaybına sebeb oldu. 1711 yılında Karamanlı Ahmed Bey, hem dayı hem de paşa olarak, Trablusgarb’ın idâresini eline geçirince, bölgede Karamanlı Sülâlesinin hâkimiyet devri başladı ve 1835’e kadar devâm etti. Bu esnâda bir beyin ölümünden sonra yenisi, ulemânın ve halkının tasvibi de alınmak sûretiyle, askerler tarafından seçiliyor ve seçimin Osmanlı pâdişâhı tarafından tasdik edilmesi gerekiyordu. On dokuzuncu yüzyıl başlarında âile arasında beylik çatışmaları kanlı bir safhaya girdiğinden, Osmanlı hükûmeti 1835 yılında müdâhalede bulunarak, Trablusgarb’ı tekrar, bir eyâlet olarak merkeze bağladı. Böylece kuvvetli bir idâreye kavuşan Trablusgarb’ın elden çıkması, Cezayir ve Tunus kadar kolay olmadı. Ancak Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın 1908’de tahttan indirilmesinden sonra, Osmanlı Devletinin içine düştüğü bunalımlı devreden istifâde ile İtalyanlar kaleyi işgâl ettiler (1912).
Garb Ocaklarının, 1580 yılına kadar bir mal defterdârı bulunuyordu. Cezayir’in uzaklığı sebebiyle bu târihten sonra oraya ayrı bir defterdâr tâyin olunmuştu. Garb Ocakları yıllıklı (sâlyâneli) eyâletlerden oldukları için her beylerbeylik masrafları çıktıktan sonra devlet hazînesine yirmi beş bin altın gönderiyordu.
Garb Ocaklarının her birinin donanma kuvveti mevcuttu. Bu üç eyâletten, en kuvvetli donanmaya sâhib olan Cezayir eyâletiydi. Bunların geçimleri korsanlık ve muhârebeye dayandığından mükemmel donanmaları vardı. Cezayir donanmasının faâliyeti yalnız Akdeniz’e münhasır değildi. Bunlar, Cebelitârık (Sebte Boğazını) aşarak Kanarya Adaları, İngiltere, İrlanda, Flemenk, Danimarka ve hattâ İzlanda Adasına kadar donanma akınlarını uzatmışlardı. Büyük Britanya Adası civârındaki Lundy Adasını zaptederek bir müddet oturan Cezâyirliler, daha sonra adayı İngiliz korsanlarına yüklü bir para mukâbilinde satmışlardı.
Garb Ocakları donanmaları Osmanlıların bütün Akdeniz muhârebelerinde Osmanlı donanmasıyla birlikte bulunmuşlardır. Lüzûmu hâlinde bu üç ocağa ilkbaharda donanmaya katılmaları için pâdişâh tarafından ferman gönderilir, onlar da gemi reisi olan ve dayı denilen başbuğları ve çeşitli kadırga ve kalyonlarıyla sefere katılırlardı.
Garb Ocakları iki-üç senede bir pâdişâha hediyeler takdim ederler, buna mukâbil tersâneden gemi levâzımı, top, barut ve hattâ gemi tedârik ederlerdi. Bunların İstanbul’daki bütün işleri kaptanpaşa vâsıtasıyla görülürdü.
On yedinci yüzyıldan îtibâren yöneticilerinin çoğu ecnebî devletlerle antlaşmalar yapar ve mektuplaşırlardı.
Gelibolu Acemi Ocağı Gelibolu’da kurulan ilk acemi ocağına verilen ad. Gelibolu Acemi Ocağı, Birinci Murâd Han zamânında kuruldu.
İlk acemiler, harpte esir edilen kuvvetli ve dinç gençlerden teşekkül ederdi. Bunlar, Gelibolu ve Çardak arasında sefer yapan gemilerde hizmet görürler ve günde bir akçe alırlardı. On sene kadar bir hizmetten sonra Türkçeyi ve Türk âdetlerini de öğrenip, iki akçe gündelikle yeniçeri ocağına kaydedilirdi. Acemi oğlanlara ilk önceleri sarı renkte sivri uçlu serpuş giydirilirdi. Önceleri ocağın başında “Acemi Ocağı Ağası” isminde birisi vardı.
İstanbul’un fethinden sonra geniş şekilde bir Acemi Ocağının buraya da kurulması üzerine Gelibolu’daki acemilerin başına “Gelibolu Ağası” denilen bir baş ağa tâyin edildi ve emrine sekiz adet acemi bölüklerine kumandan olmak üzere, çorbacı, yâni bölük kumandanı verildi. Gelibolu Acemi Ocağı Ağası bir yolsuzluğu görülmedikçe ölünceye kadar vazîfesine devâm ederdi. Vefâtı ile yerine birinci çorbacı geçerdi. Fakat İstanbul devlet merkezi olduktan sonra, yeniçeri ocağının ihtiyâr bir yayabaşısının Gelibolu ağalığına tâyini kânun oldu. Ağalık bunlardan başkasına verilmezdi.
Gelibolu Ağasının yevmiyesi sonraları arttırılarak yirmi beş akçeye yükseldi. Gelibolu zâbit ve acemilerinin maaşları her ulûfe dağıtımında İstanbul’dan verilmek âdetti. Bunun için nöbetçi bir yayabaşı İstanbul’a gelir, bütün ocağın maaşını alıp, Gelibolu’ya götürürdü.
Yeniçeri ocağına girmek veya bir hizmete verilmek zamânı gelen Gelibolu acemilerinin, ağalarının teklif ve arz etmesiyle kayıt muâmelesi yapılırdı. Bunun için yeniçeri ağasına hükümdâr tarafından hüküm yazılır, o da bu hükme göre Gelibolu acemilerini deftere kaydettirirdi. Yine yeniçeri ağasına yazılan başka bir hükümle de Gelibolu Acemi Ocağındaki münhallere (boş yerlere) Türk çiftçilerinin hizmetlerinden gelmiş olan acemilerden verilirdi. İlk zamanlarda Gelibolu Acemi Ocağının mevcudu dört yüz kadar olup, sonraları bu mikdâr ihtiyâca göre arttırıldı.
Gelibolu Acemi Ocağı acemileri devamlı olarak Rumeli ile Anadolu arasında işleyip, hükûmete âit her türlü nakliyat yapan gemilerde hizmet ederlerdi.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 8:00 pm | |
| H
Hamidiye Alayları Sultan İkinci Abdülhamîd Han tarafından Doğu Anadolu ile Filistin ve diğer bölgelerin sosyal, siyâsî ve iktisâdî hayâtını düzenlemek için kurulan teşkilât.
Pâdişâh İkinci Abdülhamîd Han; Şark meselesi adı altında, Avrupalı devletler tarafından istenilen reformların, Hıristiyan tebea için önce muhtâriyet sonra istiklâl; Osmanlı Devleti için de zayıflama ve parçalanma anlamına geldiğini, yaşanan târihî tecrübeler vâsıtasıyla gâyet iyi biliyordu. Bu yüzdendir ki, bütün gücü ve mahâretiyle Doğu Anadolu’yu kurtarmaya, orada bir Ermenistan devletinin kuruluşunu engellemeye, Rum ve İngiliz emperyalizminin hareket kâbiliyetini azaltmaya çalıştı. Bunun için tâkib ettiği politikanın esâsı şunlardır:
1. Devletin askerî ve mülkî otoritesini maddeten ve mânen Doğu Anadolu’da tesis etmek.
2. Bütün Anadolu halkının menfaatini koruyan reformlar yapmak, sâdece Ermeniler lehine yapılacak olanları reddetmek.
3. Resmî kuvvet ve otoritenin yetersiz kaldığı yerlerde, mahallî kuvvet ve otoritelerden faydalanmak.
4. Doğu Anadolu’ya batı tarâftarı ve hayrânı memurları yollamamak.
5. Büyük devletlerin reform isteklerini geciktirmek ve uygulamamak.
6. Ermenilerin olup bittileri karşısında kalmamak için Müslüman halkı, özellikle aşîretleri silâhlandırmak ve onları müteyakkız hâle getirip uyandırmak.
7. Avrupalı misyonerlerin faâliyetlerini engellemek veya kontrol altında bulundurmak.
8. Ermenilerin çıkaracağı her türlü hâdiseye zamânında müdâhale etmek veya ettirmek.
9. Aşîretlerden askerî birlikler teşkil etmek.
Sultan Abdülhamîd, bilhassa bu son madde ile doğuda kurulacak askerî alayların çeşitli faydaları olacağını ümid etmekteydi. Doğu Anadolu’da âsâyişin bozulmasına sebeb olan aşîretler bu olaylar sâyesinde hem inzibât altına alınmış, hem de Ermeniler karşısında teşkîlâtlandırılmış olacaktı. Ayrıca Rus ordularına karşı kullanılabilecekti. En mühimi ise, yabancı devletlerin aşîretler üzerindeki tahrik ve propagandası önlenmiş olacaktı.
Bu sırada Doğu Anadolu aşîretleri 1877-78 Osmanlı-Rus savaşının ortaya çıkardığı otorite boşluğu sebebiyle birbirleriyle mücâdeleye girişmişlerdi. Ayrıca merkezî otoritenin temsilcileri olan mahallî otoriteyi de dinlemez bir hâle gelmişlerdi. Bölgede tampon bir Ermeni devletinin kurulmasını isteyen İngiltere de aşîretlerin bu tutumunu teşvik ederek onları tahrike başladı ve her türlü desteği vâdetti. Bu tahrik ve destekler netîcesinde bâzı aşîret reîsleri Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlere başladılar.
Tehlikeyi sezen İkinci Abdülhamîd Han, hiçbir devlet nizâmı tanımayan aşîretleri medenîleştirmek, disiplin altına alarak eğitmek ve aralarındaki kavgalara son vererek bu yöndeki aksiyonu devlet menfaatine kullanmak üzere Hamîdiye alaylarının kurulmasını emretti (1890).
Dördüncü ordu kumandanı Müşir Zeki Paşanın da desteklediği bu projeye, paşaların büyük bir kısmı karşı çıktı. Buna rağmen Abdülhamîd Han, Zeki Paşayı bu işle görevlendirdi. Kendisine Erzincan’ı merkez seçen Müşir Zeki Paşa 1891 ilkbaharında faaliyete geçti. İlk iş olarak Mirlivâ Mahmûd Paşayı Van, Malazgirt, Hınıs taraflarına gönderip aşîretlerden Hamîdiye Alaylarının teşkilini başlattı. Bu faaliyet beş yıl sürdü. 1896’da Erzincan, Dersim, Erzurum, Diyarbakır, Van, Malazgirt, Urfa ve doğuda daha birçok yerde Hamîdiye Süvâri Alayı meydana getirildi. Bu dönemde sâdece Erzurum vilâyeti dâhilinde 8 alay kuruldu.
1891’de ilk olarak çıkarılan elli üç maddelik nizamnâmede Hamîdiye Süvârî Alaylarının nasıl kurulacağı ve özelliklerinin nasıl olacağı açıklanmıştır. Buna göre; bu alayların isimleri Hamîdiye Süvârî Alayları’dır. Bu alaylar, dört bölükten az, altı bölükten fazla olmayacaktır. Her bölük; dört takımdan, her takım da 32 neferden noksan, kırk sekiz neferden fazla olmayacaktır. Her alay en az 512, en fazla 1152 kişiden meydana gelecektir. Her dört alay bir liva sayılacak. Büyük aşîretlere bir veya birden fazla alay, küçük aşîretlere ise bir kaç bölük kurma hakkı verilecek. Ancak alay kurulması ve eğitim maksadıyla aşîretlerin birleştirilmesi önlenecek, merkezî otoritenin veya ordu kumandanlarının emri ile sâdece savaş zamânında birleştirilecekti. Her alaydan iki çavuş ordu-yu hümâyûn merkezine gönderilip mekteb alayında eğitime tâbi tutulacaktı. Ayrıca her alaydan bir çocuk seçilerek İstanbul’a gönderilecek, orada süvârî mektebinde tahsil gördükten sonra mülâzımlık (teğmen) rütbesiyle memleketine ve alayına dönecekti.
Belirtilen esaslarda kurulan Hamîdiye Alaylarına katılmak için her aşîret severek mürâcât ettiğinden, hepsini alma imkânı olmuyordu. Hamîdiye Alaylarının sayısı ilk zamanlar 50 civârında iken, zamanla 100’e yaklaştı. Alaylara katılmak için güneydeki Arap kabîleleri de mürâcaat ediyorlardı. Hattâ 17 ve 18. asırlarda devlete karşı isyân eden ve zarar veren, Haleb civârındaki Şummar Arap Kabîlesi de Hamîdiye Alayları teşkil etmişti. Hamîdiye Alaylarına katıldıktan sonra zararlı durumdan çıkmış, Birinci Dünyâ Savaşında güneydeki cephede büyük faydalar sağlamışlardı. Libya’da kurulan Hamîdiye Alayları da 1930’lara kadar İtalyanlara karşı mücâdele ettiler.
Söz konusu nizâmnâmenin hazırlanıp kabul edilmesiyle, Müşir Zeki Paşanın nezâretinde Hamîdiye Alayları kuruldu. 1891’de pekçok aşîret reisi İstanbul’a gelerek Sultan İkinci Abdülhamîd Hanı ziyâret ettiler ve bağlılıklarını arz ettiler. Sultan İkinci Abdülhamîd Han da onların her birine hediyeler ve nişanlar vererek taltif etti. Böylece merkezî otorite ile aşîretler arasında önceden olmayan diyalog kurulmuş oldu. Fakat her şeye rağmen Hamîdiye Alaylarıyla dirlik düzenlik sağlamak kolay olmuyordu. Aşîret hayâtına alışmış insanlardan muntazam askerî birlikler meydana getirmek zordu. Bu durumları bilen Sultan İkinci Abdülhamîd Han, aşîretlere karşı devamlı hoşgörü ve sabırla muâmele edilmesini tavsiye etti. Hattâ irâdelerinin birinde; “Normal askerî birlikler gibi hareket etmeleri imkânsız ise de, hiç olmazsa bu sâyede disiplin altına alınmış ve netîcede günün îcâblarına göre, az da olsa, eğitilmiş olurlar.” dedi.
Askerî yönden stratejik önemi hâiz yerlerde teşkil edilen Hamîdiye Alaylarının her birine, bir tarafında Kur’ân-ı kerîmden bir âyet, diğer tarafında ise pâdişâh armasıyla işlenmiş kırmızı atlastan sancaklarla, beyaz ipek kumaşa yaldızla yazılmış fermanlar verildi. Zaman zaman Erzincan’a gelerek Müşir Zeki Paşaya bağlılıklarını bildiren aşîret reisleri, 1893’te kalabalık bir grup hâlinde İstanbul’a giderek Pâdişâh tarafından kabul edildiler.
Hamîdiye Alaylarıyla ilgili ilk nizâmnâmenin dört yıllık uygulamasından sonra elde edilen tecrübeler ışığında, 1896 yılı başlarında yeni nizâmnâme hazırlanarak yürürlüğe girdi. Birinciye göre daha ayrıntılı olan nizâmnâmede yeni hükümler yer aldı. Ayrıca alay ve bölük kadrolarının yetiştirilmesiyle ilgili yeni hükümler ve uygulamalar getirildi. Bütün askerî okulların kapısı aşîret çocuklarına açıldı. Aşîretleri devlete yakınlaştırmak ve devletle kaynaştırmak için aşîret mektebi açıldı ve pekçok aşîret çocuğu yetiştirildi.
Hamîdiye Alaylarının kurulmasıyla Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın aşîret reisleri ve din adamlarıyla olan sıkı münâsebetleri netîcesinde, merkezî otorite kuvvetlenerek çarlık Rusyasının Türkiye üzerindeki emelleri, İngilizler ve Fransızların, Ermenileri kışkırtma yoluyla çıkarmak istedikleri olayların yanında, kan dâvâsı ve aşîret kavgalarının önüne geçildi. İmâr faâliyetleri hızlanarak yeni tesisler kurulup sosyal ve iktisâdî gelişmelere sebeb olundu. İstanbul ile Diyarbekir arasında ve bölgede telgraf hatlarıyla diğer muhâbere vâsıtaları Hamîdiye Alayları sâyesinde gelişti.
O günkü şartlarda Doğu Anadolu’nun ve diğer bölgelerin sosyal ve iktisâdî meselelerinin hâllinde çok büyük rolü olan Hamîdiye Alayları, siyâsî bakımdan emperyalist devletlerin ve azınlıkların hedefi hâline geldi. Çünkü bu güçler ve azınlıklar gâyelerine ulaşabilmek yolunda Sultan İkinci Abdülhamîd Hanı ve Hamîdiye Alaylarını en büyük mâni görüyorlardı. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın tahttan indirilmesinden sonra, iktidâra yerleşen İttihad ve Terakkî, Hamîdiye Alaylarının teşkilâtını lağvetti. Aşîret hafif süvâri alayları adıyla yeniden düzenlendi ve sayıları da azaltılarak 24’e indirildi. Doğuda meydana gelen Ermeni isyânlarında önemli faydası görülen bu alaylar, Balkan Savaşında yerinden oynatılmadı.
1913 yılında, alaylar yeni bir teşkilâtlanma içerisine sokularak ihtiyat süvârî alayları adı altında, iki fırka hâlinde, merkezi Erzurum olan dokuzuncu kolorduya bağlandılar. Birinci Dünyâ Harbinde doğuda dinç ve zinde olarak Ruslara karşı kahramanca çarpışan bu alaylar, pek çok kahramanlık gösterdiler ve Rus birliklerini ric’ate zorladılar. İran, Rus, İngiliz, Fransız ve Ermeni saldırılarına karşı devletin yanında mücâdele veren bu alayların pekçok neferi, çarpışmalar esnâsında şehid düştü.
Harem Osmanlı sarayında, pâdişâhın annesinin nezâretinde, sarayın hanım, çocuk ve hizmetçilerinin kaldığı bölüm.
Bütün Müslüman devlet başkanlarının evlerinde bulunan harem, Resûlullah efendimiz ve Hulefâ-i Râşidîn devirlerinden sonra Emevîler, Abbâsîler, Selçuklular ile diğer İslâm devletleri ve nihâyet Osmanlı saraylarında daha teferruâtlı ve teşkîlatlı bir hâle geldi. Osmanlılarda pâdişâh haremine “Harem-i Hümâyûn” adı verilmişti. Osmanlı Devletinin gelişmesine paralel olarak, pâdişâhların oturduğu saraylar da büyümüştü. Bursa’daki mütevâzî Osmanlı sarayına karşılık, Edirne’de daha teşkilâtlı saraylar yapılmıştı. Fâtih’in İstanbul’u fethinden sonra ise bugünkü Bâyezîd’de üniversitenin bulunduğu sâhada bir saray yaptırıldı. Daha sonra bu sarayın yerine Sarayburnu’nda bugünkü Topkapı Sarayı îmâr edildi. Fetihten sonra harem, Üçüncü Murâd’a kadar eski sarayda, Dolmabahçe Sarayı yapılıncaya kadar da Topkapı Sarayında idi.
Saraylarda pâdişâhın yakınlarının bulunduğu ve günlük hayatlarını geçirdiği kısım olan harem, gâyet îtinâlı bir şekilde inşâ, tezyin ve tefriş edilirdi.İki bölümden meydana gelen haremin birinci kısmına bâzı görevliler, şehzâdelere ders veren hocalar girip çıkabiliyordu. İkinci kısmı sâdece kadınlara mahsustu. Buraya pâdişâha haram olan kadınlar giremediği gibi, yabancı hiçbir erkek de giremezdi. O yüzden Osmanlı haremini kimse girip görememiş, sonradan, yazıp söylenenler ise hayâl mahsulü uydurmalardan ibâret kalmıştır.
Topkapı Sarayında Harem-i Hümâyûnun girişkapısı, etrâfı dolaplarla çevrili olan dolaplı kubbeye açılır, buradan fıskiyeli avlu veya fıskiyeli şadırvan denen dikdörtgen avluya çıkılırdı. Avlunun sağında kulekapısı, solunda ise perde kapısı vardı. Perde kapısından sonra dar sokağa benzeyen bir geçit başlar. İki kısımdan meydana gelen haremin birinci bölümü ve haremağalarına mahsus hamam ile kızlarağası köşkü burada idi. Daha ileride harem ağalarına mahsus dâireler, şehzâdeler mektebi, baş muhâsip ağa ve baş hazînedâr ağa dâireleri yer alırdı. Haremağaları dâiresi bir çok oda ve koğuştan meydana gelirdi.
Şehzâdeler mektebinde pâdişâhın çocukları, yeğenleri ve amca oğulları eğitim görürlerdi. Burada ders görenler küçük yaştakiler olup, yetişkinlere hocaları dâirelerine giderek özel ders verirlerdi.
Şehzâdeler mektebi geçildikten sonra ileride sağda bulunan kuşhâne kapısından girilince, harem ağalarının nöbet tuttukları yere gelinirdi. Haremle ilgisi olanlar bu kapıdan girip çıkarlardı. Buranın sağ tarafında uzun bir koridor olup, buraya altınyol denilirdi. Burası Hırka-i Saâdet dâiresine kadar uzardı. Ortadaki kapı, Vâlide Sultan taşlığına açılırdı. Solda câriyeler dâiresine âid olan üçüncü bir kapı daha vardı. Bu alana harem ağalarının nöbet yeri denilirdi. Burada harem ağaları sıra ile nöbet tutarlardı. Harem-i hümâyûn ağalarının en büyüğü “kızlar ağası” da denilen “dârüssaâde ağası” idi (Bkz. Dârüssaâde Ağası). Haremin dış ile ilgisini bunlar sağlardı. Bu bölümden sonra haremin ikinci bölümü başlardı. Harem-i hümâyûnun bu iç kesiminde sırasıyla, çeşmeli sofa denilen yer, hünkâr sofası, hünkâr hamamı, vâlide sultan dâiresi, asmabahçe ve daha birkaç tâne pâdişâh odası yer alırdı. Harem-i hümâyûnda ayrıca birkaç tâne de mescid vardı.
Harem-i hümâyûnda pâdişâh, pâdişâh zevceleri, çocukları, hânedân üyelerinden bâzı akrabâları yanında yüzlerce görevli yaşamaktaydı.
Osmanlı hareminin en yüksek makâmı vâlide sultanlıktı. Dolayısıyla haremin fahrî başı pâdişâhın annesiydi. Haremde hünkâr sofasından sonra en geniş dâire de vâlide sultanınkiydi. Vâlide sultanın geniş bir câriye (hizmetçi) kadrosu vardı. Haremi, hazînedâr usta vâsıtasıyla idâre ederdi. Bütün kadınlar, sultanlar, ustalar ve câriyeler kendisinden çekinirler ve sayarlardı. Haremdeki bütün işler onun emriyle yapılırdı.
Haremde vâlide sultandan sonra söz sâhibi kadın efendiydi. Osmanlı pâdişâhlarının hanımlarına kadın, kadın efendi denilirdi. Pâdişâhın ilk hanımına başkadın denirdi. Başkadın diğerlerine göre üstündü. Dâiresinde hizmet eden câriyeler ve kalfaları diğerlerinden fazla olurdu. Pâdişâhın hanımlarına 16. yüzyıldan îtibâren haseki de denilmeye başlanmıştır.
Başlangıcından îtibâren pâdişâhların evlilikleri husûsiyet arz eder. İlk Osmanlı pâdişâhları, 16. asır başlarına kadar, etrâfındaki Anadolu beylerinin, Bizans İmparatorunun, Sırp ve Bulgar krallarının kızlariyle evlendiler. Bunlarla evlenmeleri hissî olmayıp, akrabâlık yoluyla kuvvetlenmek veya mîras yoluyla toprak elde etmek gibi siyâsî maksatlıydı. Nitekim Germiyanoğullarından Yıldırım Bâyezîd Hana gelin gelen Devlet Hâtun’la bu beylik topraklarından bir kısmı da çeyiz olarak verilmişti. Yıldırım’ın ve İkinci Murâd’ın Sırp prensesi olan zevceleri meşhurdur. Bunların Sırbistan’daki Osmanlı siyâsetinin desteklenmesi husûsunda büyük rolleri olmuştur. Hattâ, Fâtih Sultan Mehmed Han, vâlidem diye hitâb ettiği Sırplı üvey annesinden Balkanlardaki siyâsî meselelerde çok faydalanmıştır.
Bununla berâber 16. yüzyıl ortalarına kadar pâdişâhların bu hanımları yanında câriyelerden de zevceleri vardı. Ancak Kânûnî’den îtibâren etrafta pâdişâhların evleneceği hükümdâr ve krallık âileleri kalmadığı veya lüzum görülmediğinden, bâzı istisnâları dışında artık dâimî olarak câriyelerle evlenme usûlü devâm etti. İslâm hukûkuna göre hür kadınlarla olan evlilikteki tahdid, câriyelerle evlilikte konulmamıştır. Buna rağmen pâdişâhların câriyelerle evliliği de hep belli sayıdadır. Söylendiği gibi pâdişâhların yüzlerce câriye ile evlilik yaptığı doğru değildir. Hattâ 16. yüzyıl sonuna kadar ömürleri seferlerde geçen pâdişâhların, normal hayatlarını yaşayabildikleri bile söylenemez.
Bunlardan başka pâdişâhlar, tanınmış ve asîl bir âilenin kızıyla evlenme imkânları olduğu hâlde, bâzı mahzurlarından dolayı bu evliliği tercih etmemişlerdir. Pâdişâhın annesi veya zevcesi tarafından İstanbul’da veya taşrada akrabâsının bulunması mahzurluydu. Zamanla ana tarafından akrabâlar saraya dolacak, şahsî ve siyâsî birtakım isteklerde bulunacaklar, arzûları yerine getirilmeyenler, pâdişâh ile akrabâlığına güvenerek birtakım entrikalara teşebbüs edecekler, netîcede, o devir Avrupa devletlerinde olduğu gibi, kanlı hâdiseler yüzünden devlet güvenliği sarsılabilecekti.
Pâdişâhların haremdeki diğer âile ferdleri şunlardır:
Sultanlar: Osmanlıların ilk devirlerinde, pâdişâh kızlarına Selçuklularda olduğu gibi, “hâtun” deniliyordu. Fâtih devrinden sonra sultan denildi. Osmanlı pâdişâhları kızlarına daha çok Ayşe, Hadîce, Fatma, Esmâ, Emine gibi isimler veriyorlardı. Erkek evlâda sultan tâbiri isimden önce söylendiği hâlde, kızlarda, isimden sonra söyleniyordu. Ayşe Sultan, Fatma Sultan gibi. Sultan tâbiri yalnız olarak söylendiğinde de kız evlâd anlaşılmaktaydı.
Sultanlar doğar doğmaz kendisine bir dâire ayrılır, emrine dadı, sütnine, kalfa ve câriyeler verilirdi. Çocuğun eğitimiyle kendi anneleri, dadı ve kalfaları uğraşırdı. Sultanlar okuma çağına gelince, derse merâsimle başlarlardı. Ekseriyetle merâsimlere pâdişâh da katılır ve “Besmele”yi bizzât kendisi çektirirdi. Bundan sonra husûsî hocalar tarafından okutulurlardı. Sultanların Kur’ân-ı kerîmi doğru okumaları husûsunda titizlikle durulurdu. Sultanlara Kur’ân-ı kerîmden sonra lüzumlu din ve dünyâ bilgileri de öğretilirdi.
Şehzâdeler: Osmanlı hânedânının erkek çocuklarına şehzâde denirdi. 5-6 yaşına geldiklerinde kendilerine hoca tâyin edilerek törenle derse başlarlardı. İlk dersi şeyhülislâm verirdi. Sonra husûsî hocalar okuturdu.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 8:01 pm | |
| Hasoda Osmanlı Devleti saray teşkilâtında, Enderûndaki altı koğuşun en îtibârlı ve en ehemmiyetli kısmı.
Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481) tarafından kurulan Hasoda, Yavuz Sultan Selim Han (1512-1520) veSultan Dördüncü Murâd (1625-1640) devirlerinde bir takım değişikliklere uğramıştır.
Hasodanın kuruluşunda hizmetli mevcudu otuz iki kişi idi. Yavuz Sultan Selim Han devrinde Hırka-i Şerîf Dâiresinin inşâatından sonra, mevcûdu kırk kişiye çıkarıldı. Hasodanın 16 ve 17. asır sonuna kadar en büyük zâbitleri sırasıyla hasodabaşı, silahdâr, çuhadâr, rikabdâr, tülbend gulamı ve miftah gulamı idi. İlk dört ağa pâdişâha bir konuda arz sunma yetkisine sâhip “arz ağaları” idi. Hasodabaşı, 18. asır başına kadar, diğer ağalar hâriç, bütün oda mensuplarını cezâlandırma ve pâdişâha haklarında arz verme yetkisine de sâhipti.
Hasodanın asıl vazîfeleri, Hırka-i Şerîf Dâiresinin temizliğini yapmak, oradaki Kur’ân-ı kerîm ve diğer kitapların tozlarını almak, muayyen ve mübârek gecelerde öd ağacı yakmak, gülsuyu serpmek, buradaki mâdenî eşyâları parlatmak gibi işlerdi. Hasodada bulunan mukaddes emânetlerin bulunduğu bölümün muhâfazası için nöbet tutulması işini de birinci koğuş ağaları yerine getirirdi. Nöbet yirmi dört saatte değişirdi. Bu ağaların odaları Hırka-i Şerîf Dâiresinin çevresinde bulunurdu.
Yukarıda yazılan ağalardan başka, hasodada peşkir gulâmı, ibrik gulâmı gibi ağalar ve odanın inzibâtını temin eden köşebaşılar vardı. Hünkâr müezzini, sır kâtibi, baş çuhadar, sarıkcıbaşı, kahvecibaşı, tüfenkçibaşı, berberbaşı gibi bizzat pâdişâhın hizmetini gören görevliler de mevcuttu.
Hasodalılara, her sene biri rebîülevvel ayında, diğeri bayramda olmak üzere iki defâ bahşiş verilirdi. Bunların aldıkları bahşişlerin miktârı 17. asır başlarında şöyleydi: Hasodabaşı dört yüz, silahdâr yüz yetmiş, çuhadar yüz yetmiş, rîkâbdâr yüz elli, doğancıbaşı yüz yirmi, tülbent gulâmı yüz yirmi, miftah gulâmı yüz on, peşkir gulâmı, ibrik gulâmı, mastçı (yoğurtçu) ve mastçı şâkirdi yüz altın alırdı. Bunların altında bulunan hasodalılara seksen altın verilirdi.
Hasoda içoğlanlarının yevmiyeleri de yirmi akçe idi. Ayrıca altı ayda bir serâserden dolama ve yılda bir defâ çatma kadife üst elbisesi ve birer tülbent verilmekte idi.
Hasodalılardan çıkma yapıldığında eskiler müteferrikalıkla, acemiler de çâşnigîrlikle tâyinleri yapılırdı. Ancak hasodalılardan sancakbeyliği ile çıkanların olduğu da görülmüştür.
Hasoda ve diğer enderûn odalarının nizamnâmeleri vardı ve bu harfiyen tatbik edilirdi. Yatma ve kalkma saatleri, istirâhat saatleri, muayyendi. Bunlar yatsı namazından sonra yatarlardı. Odalarda ders okutmak üzere birer hoca ve her odanın bir imâmı ile müezzini bulunurdu. Her perşembe günü akşamı yatsı namazından sonra pâdişâhın sıhhati, devletin selâmeti din ve devlet düşmanlarının kahrolması için duâ edilirdi. Oda zâbitleri, burada yaşayan içoğlanlarının tahsil ve terbiyelerine çok büyük bir îtinâ gösterirlerdi. Zâbitleri kontrol için silahdâr ağa arada bir kıyafet değiştirerek bunları teftiş ederdi.
Hasoda ve diğer enderûn odalarında mükemmel bir tahsil ve terbiye verilirdi. Buradan yetişen devlet adamları arasında mükemmel eserler vücuda getirenlerin sayısı az değildir. Hattâ bâzıları sanatlarındaki şöhretleri dolayısıyla o sanatlarla anılmışlardır. Nakkaş Hasan Paşa, Kemankeş Kara Mustafa Paşa, Hattat Hasan Paşa, Kavukçu Mustafa Paşa gibi.
Hasoda, hazîne, kiler ve seferli odalarının hizmetleri 1833 yılında lağv edildikten sonra yeni bir enderûn teşkilâtına yer verildi.
Hazîne-i Evrak (Osmanlı Arşivi) Osmanlı devlet arşivi. Önceleri sarayda iki evrâk mahzeni vardı. Bunlardan biri PaşakapısıâÂ?Â?nda, diğeri de eski Dîvânhâne yeri yakınındaydı. Bütün kânunlar, nizamlar ve mühim emirler âit oldukları kalem defterlerine kayıt olunurlar ve bu defterler dolduktan sonra saraydaki evrâk mahzenine gönderilirdi. Yeni kayıtlar ise PaşakapısıâÂ?Â?ndaki (BâbıâlîâÂ?Â?deki) mahzende saklanırdı. 1846 yılından sonra sadrâzamlık (Paşakapısı) arşivi, Hazîne-i evrâk adıyla anılmaya başladı.
Başta pâdişâh olmak üzere, Enderün-ı Hümâyünda tam bir disiplin ve âhenkli bir terbiye sistemiyle yetiştirilen üst kademe Osmanlı devlet adamları, tam bir tertip ve düzenle yazdıkları evrâkları usülüne uygun bir şekilde saklamaya îtinâ gösterirlerdi.
Bugünün Bakanlar Kurulu demek olan Dîvân-ı Hümâyünda alınan kararların yazıldığı mühimme defterleri, gizli yazılan hüküm ve fermânların yazıldığı mektüm mühimme defterleri, ordu mühimmesi ve rikâb mühimmesi, ahkâm defterleri, kayüd-i ahkâm-ı mîrî defterleri, tahvîl ve rüüs defterleri, düvel-i ecnebiye defterleri, icmâl ve mufassal tahrîr defterleri ile rüznâmçe gibi defterlerde, her türlü kaydı tutup, devletin ve halkın hak ve hukükunun zâyi olmaması için de bu defter ve evrâkları sıkı bir muhâfaza ve disiplinli bir kullanma nizâmı ile arşiv ve mahzenlerde sakladılar. Devlet arşivi durumunda olan bu mahzenler, pâdişâhın vezîr-i âzamda bulunan mührüyle mühürlenen üç devlet hazînesinden biriydi. Hükümetin her toplantısından sonra bu mühürle mühürlenirdi. Zîrâ milletin bütün huküku bu kayıtlara bağlıydı. Devleti ayakta tutan dirlik (tımar) sisteminin dolayısıyla ordunun, verginin, sanâyî, ticâret ve tarımın esasları mahzenlerdeki defterlerdeydi.
Dîvân-ı Hümâyünda ve BâbıâlîâÂ?Â?deki evrak ve vesîkaların çoğu parça kâğıtlar, bir kısmı da cildli defterler hâlindeydi. Bu defter ve evraklar, senelerine göre tasnifleri yapılarak mahzenlerde saklanırdı. Mühim olanları, kese ve torbalara konulurdu. Her dâirede işleme tâbi tutulan bir günlük evrâk tomar yapılır, her ayın tomarı bir torbaya ve her yılın torbaları da bir sandık veya sandıklara konularak muhâfaza edilirdi. Mâliye Hazînedârbaşısı tarafından hazırlanan evrak keseleri, lüzümunda sadrâzamın buyruldusu ile îcâb eden yerlere verilirdi. Yeni kayıtlar, PaşakapısıâÂ?Â?ndaki (sonraları Bâbıâlî) mahzende saklanır, bakmak îcâb ettiği zaman veya tashih lüzümunda izinle saray mahzenindeki eski kayıtlara bakılırdı. Kalemlere gelen evraklar, işi bitsin bitmesin, akşam mahzene kaldırılır, sabah tekrar getirilirdi.
Pâdişâhların hatt-ı hümâyünları görüldükten sonra reîs-ül-küttâba teslim edilir, o da her ay bunları birer torbaya koyup mühürledikten sonra husüsî bir sandıkta muhâfaza ederdi. Bu süretle pâdişâhların sadrâzamlara gönderdiği her türlü hatt-ı hümâyünlar, ayrı ayrı torbalarda saklanırdı. Pâdişâh okumak arzu ettiği zaman emânet olarak kendisine gönderilir, sonra geri alınarak tekrar yerine konurdu.
Evrâkların muhâfazasından Dîvân-ı Hümâyün üyesi olan Nişancı sorumlu idi. Reîs-ül-küttâb ve defter emîni onun emrinde idi (Bkz. Nişancı). Fakat 16. asır ortalarından sonra reîs-ül-küttâb ile defter emîni nişancının önüne geçtiler. Defter ve kayıtlarda yapılan her türlü düzeltme, nişancının kalemi ve mârifetiyle yapılırdı. Nişancının bu vazîfesi ile ilgili pâdişâhtan başkasının sözlü emri geçersizdi. Hattâ sadrâzam bile pâdişâh tuğrası ve muvaşşah ferman ile evrâk isteyebilir ve bizzat nişancı tarafından verilip alınırdı. Diğer nâzırlar nişancının makâmında teslim alırlardı. Tapu tahrir defterinde yapılacak bir kayıt tashihi için nişancıya yazılacak fermâna bizzat sadrâzam pâdişâhın tuğrasını çeker, nişancı da kendisine gelen fermanın köşesine; âÂ?Â?Defteri geleâÂ?Â� diye yazarak defter emînine gönderirdi. Güzel bir şekilde tasnif edilen milyonlarca vesika ve defter arasından istenilen defteri süratli bir şekilde bulup çıkaran defter emîni de, defterhâne kesedârı vâsıtasıyla defteri nişancıya yollar. Nişancı, defter üzerinde gerekli tashihi yaptıktan sonra oraya fermânı da ekler, defterhâneye gönderirdi. Tâlî derecedeki defterlerin başka yerlere gönderilmesi îcâb ettiği durumlarda, sadrâzamın defter emînine yazdığı buyruldu ile defterhâneden çıkarılarak istenilen yere gönderilir ve defter emîni tarafından tâkib edilirdi. Defter iâde edilince ne kadarı dışarıda kaldığı deftere kaydedilirdi. Son devirlerde nişancının derecesi düşmesine rağmen kayıtlarda yapılacak tashihler, yine onun kalemiyle yapılırdı. Fakat tımar ve zeâmet işlerine, dîvân-ı hümâyün reîsi olan reîs-ül-küttâblar bakardı.
Sefer durumunda lüzumlu defterler de birlikte götürülür, nişancı ve defter emîni merkezde birer vekil bırakarak sefere iştirak ederlerdi. Defter emîni defterleri muhâfaza eder, nişancı da gerekli kayıt ve tashihleri yapardı. Devletin her türlü hukükî bilgilerine sâhib olan nişancı hâricinde, hiç kimse pâdişâh dâhi olsa eski evrâka tashih için dahi hiçbir şekilde bir çizik çizemez veya silemezdi. Nişancı da sadrâzamdan pâdişâh tuğrası çekilmiş fermân almadan kendisi hiçbir işâret koyamazdı. Değişikliğe fermânı da eklerdi. Vesîkaların çalınmasında veya tahrif edilmesinde rolü olanlar cezâlandırılırdı.
Osmanlı Devletinde millî arşivcilik konusunda ileri derecede teşebbüs, devrin mâliye nâzırı olan Safveti Paşanın 1845âÂ?Â?te EnderünâÂ?Â?daki târihî vesîka ve defterleri bir tertibe koyması ile başlamıştır. Günümüz anlayışına uygun arşivcilik 1846âÂ?Â?da Hazîne-i Evrâk dâiresinin kurulmasıyla başlar ve bu da bugünkü Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğünün çekirdeğini teşkil eder. Hazîne-i Evrâk nezâretinin başına getirilen Hasan Muhsin Efendinin kıymetli çalışmalarıyla arşive dâhil vesîkaların tertibi ve arşivin çalışma tarzını belirten 1849 Hazîne-i Evrâk nizamnâmesi ile Türk arşivciliği belirli bir düzene girmiştir.
Hazîne-i Hâssa Osmanlı pâdişâhlarının şahsî gelir ve giderlerine âit işlere bakan teşkilât. Osmanlı Devleti mâliyesinde iki büyük hazîne vardı. Birincisi bütün devlet gelirlerini toplayıp muayyen kânunlarla mahallerine veren ve sarf eden Dîvân-ı Hümâyûn hazînesi yâni dış hazîne; diğeri ise, muayyen kânunlarla toplanarak lüzûm ve ihtiyâç hâlinde Dîvân-ı Hümâyûn hazînesine yardım eden iç ihtiyât hazînesi olan hazîne-i hâssa veya diğer ismiyle hazîne-i enderûn. Hazîne-i hâssanın idâresi sarayda bulunduğu için, hazînedâr başının emrinde, Dîvân-ı Hümâyûn hazînesinin idâre ve mesûliyeti ise vazîriâzamın elinde bulunuyordu. Netîcede ise, her iki hazîne de pâdişâha bağlıydı.
Pâdişâhın özel gelirlerinin toplandığı ve Enderûn Mektebi odalarından hazîne koğuşu efrâdınca muhâfaza edilen hazîne-i hâssa, Fâtih Sultan Mehmed (1451-1481) zamânında kuruldu.
Hazîne koğuşunun en büyük âmiri, ak hadım ağalarından iç hazînedârbaşı olup, buna ser hâzin-i enderûn veya baş hazînedâr da denilirdi. Bir de hazînenin muâmelâtı ile meşgul olup kayıtlarını tutan ve pâdişâha arz eden hazîne kethüdâsı vardı.
Bu hazîne odası kubbeli, dört geniş salondan meydana gelmiş olup, muhtelif cins nakit ile süslü altın ve gümüş kaplar, cevâhir, elmas vesâir eşyâ ile kürkler, çeşit çeşit şallar, halılar, en kıymetli elbiselik kumaşlar, cevâhirli eğer takımları, kıymetli taştan yüzükler, elmaslı, altın düğmeli serasere kaplı kapaniçeler yanında başka eşyâları da bulunduruyordu. Buradaki eşyâyı tesbit eden iki büyük defter vardı. Silâhdâr ile hazîne kethüdâsının muhâfazası altındaki bu defterlerde defterdârın imzâsı da bulunuyordu.
Hazîne kethüdâsı saraydan terfî ederek çıkacak olursa, bütün hazîneyi en küçük teferruâtına kadar yerine gelecek olana devretmek mecbûriyetindeydi. Hazîne kethüdâsının elinde enderûn hazînesinin dış kapısına basacağı bir mühür vardı. Bu mühür, Yavuz Sultan Selim’in Mısır Seferinden dönüşte kullanmış olduğu mühürdü. Kırmızı akikten olan bu mühürle Yavuz, hazîne kapısının mühürlenmesini vasiyet etmiş olduğundan, bu mühür dâimî sûrette hazîne kethüdâsı olanlarda dururdu. Yavuz Sultan Selim Han; “Benim altunla doldurduğum hazîneyi (iç hazîne) bundan sonra gelenlerden her kim mangırla doldurursa hazîne ânın mührüyle mühürlensin ve illâ benim mührümle mühürlenmekte devâm olunsun.” demiş olduğundan, son zamâna kadar onun vasiyyetine riâyet olunmuştur. Bu mührün ortasına; “Sultan Selim Şah” ibâresi ve etrâfında da Sultan İkinci Bâyezîd’in mühründe görüldüğü gibi “Tevekkülî alel-Hâlik” sözü yazdırılmıştır.
Hazîne-i hâssanın, raht-ı hümâyûn hazînesi, bodrum hazînesi ve ceb-i hümâyûn hazînesi gibi kısımları da vardı.
Raht-ı hümâyûn hazînesine has ahûr hazînesi de denilirdi. Bu hazînede en kıymetli mücevherlerle müzeyyen murassâ rahtlar (eğer takımları) bulunmaktaydı. Raht hazînesindeki mücevherât ve her nevî eşyânın defterini bir raht kâtibi tutardı. On yedinci yüzyıl Avrupalı seyyahlar raht hazînesinden bilhassa ve hayretle söz etmektedirler.
Ceb-i hümâyûn hazînesi denilen harem-i hümâyûn hazînesinde pâdişâhın şahsî paraları bulunmaktaydı. Osmanlı pâdişâhlarının haslar hâricinde ikinci bir gelir kaynağı cep harçlığı olarak Mısır eyâletinden gelen vâridât idi. Bu meblağ 1587 yılına kadar beş yüz bin, 17. asır başlarında ise, altı yüz bin altın idi. Bundan başka ceb-i hümâyûn hazînesinin kaynaklarını; harp ganîmetlerinden alınan hisseler, müsâderelerden hâsıl olan para, darphâne hakkı ücreti ve kârı teşkil etmekteydi. Harem-i hümâyûn hazînesinin nâzırı sırkâtibi idi. İç hazînenin en önemli kısmı olan ceb-i hümâyûn hazînesinin giderleri; harem aylıkları, çeşitli ihsânlar, bahşişler, sadakalar, fıtra, surre, hediye vs. idi.
İşe yaramayan eski ve hurda eşyânın saklandığı kısma ise bodrum hazînesi adı verilirdi. Bilhassa seferler sırasında para sıkıntısı çekildiğinde bodrum hazînesinde bulunan ve kullanılmaz durumda bulunan gümüş mallardan para kesilirdi.
Dış, yâni mâliye hazînesinde darlık olunca bu iç hazîneden ödünç para verilir ve dış hazînede gelirler toplanınca bu para yine iâde olunurdu. Yine savaş zamânı sefere gidecek timarlı sipâhîler, mevsim îcâbı henüz mahsûl ve gelirlerini toplayamadılarsa, kendilerine iç hazîneden borç verilirdi. Bu bakımdan iç hazîne, dış hazînenin en sonra başvurulan bir finansman ve kredi kaynağı durumundaydı. Ödünç verme işlemi, vezîriâzam, o yoksa vekîli ve baş defterdâr kefâleti ile olur, durum düzelince borcun ödenmesine çalışılırdı.
On yedinci yüzyıldan sonra başlayan bunalımlı dönemlerde, özellikle sefer yıllarında iç hazîneden dış hazîneye verilen borç meblağında yükselmeler görüldü. Çünkü gelişen olaylar dış hazînenin tâkatini aşıyor, tebeası üzerine titreyen pâdişâh ise bu durumda bütün giderleri kendi hazînesinden karşılama yoluna gidiyordu. Pâdişâhın verdiği paralarla askerin maaşı ödeniyor, ordu ve donanma mühimmâtı alınıyor, tâyinât, kale tâmirleri vs. yapılıyordu.
Sultanların özel hazînesi durumunda olan İç hazîne, bütün bu olumsuz şartlara rağmen, ihtişâmını 19. yüzyılın sonlarına kadar sürdürdü. 1876’da, Sultan Abdülazîz Hanı tahttan indiren Hüseyin Avni Paşa ve avânesi tarafından Çırağan’da yağmalanarak ilk darbeyi yiyen bu hazîne, 1909’da İkinci Abdülhamîd Hanı hâl’ eden (bir kısmını âsî Bulgar, Sırp, Arnavud çetelerinin meydana getirdiği) Hareket Ordusu tarafından Yıldız Sarayında korkunç şekilde talan edildi. Bugün bu hazîneden kalan çok az bir parça Topkapı Sarayı Müzesinde sergilenmektedir.
Hekimbaşı Osmanlı sarayının ve memleketin sağlık işleriyle uğraşan teşkilât. Bu teşkilâtın başındaki vazîfeliye “hekimbaşı” denilirdi.
Bâzı kaynaklara göre Fâtih Sultan Mehmed Handan önce Sultan İkinci Murâd Han döneminde yerleşmeye başlayan bu kuruluş, sonraları daha da gelişti. Sultan İkinci Murâd Han döneminde Hekim Şeyhî’nin, hekimbaşı olarak tayin edildiği bilinmektedir. Hekimbaşı, pâdişâhın çevresinde çalışan kişilerin en büyüklerinden sayılırdı. Bu sebeple hekimbaşılığa tâyin edilenlere 18. yüzyıla kadar sadrâzamlar, sonraları da dârüssaâde ağaları, pâdişâh tarafından hediye edilen bir kürk giydirirlerdi.
Hekimbaşı, dârüssaâde ağasına bağlı olmakla berâber her türlü yazışmaları sadrâzamla yapardı. Bütün sağlık personelinin tâyin ve göreve alınmalarında onun tavsiyeleri alınırdı. Hekimbaşılarına geçimleri için arpalık yâni herhangi bir yerin vergisi verilirdi. Diğer İslâm memleketlerinde olduğu gibi Osmanlı Türklerinde de, Kur’ân-ı kerîm’in getirdiği sağlık prensipleri ve Peygamberimizin sağlıkla ilgili hadîs-i şerîfleri uyulacak sağlık kuralları olmuştur. Hekimlik hizmetlerinde, koruyucu hekimliğin, tedâvî hekimliğinden daha kıymetli olduğunun farkında olan Müslümanlar, İslâmiyetin koyduğu kurallarla şimdiki modern hijyen ilminden daha öndeydiler. Bu kâidelere riâyet edenlerin hastalanmayacaklarını Peygamber efendimiz bildirmiştir.
Hekimbaşının selâhiyetleri bugünkü sağlık bakanının selâhiyetlerine eşitti. Ancak bu selâhiyetler askerî alana da yansırdı. Savaş zamânında hekimbaşı, aynı zamanda “ordu hekimbaşısı” idi. Müneccimbaşılık vazîfesini de gören hekimbaşılar, her yıl hicrî yılbaşında bir zâyice (hâdiseleri düzenleyen yıllık cetvel) yapıp pâdişâha takdim ederlerdi. Ayrıca adlî tabiplik görevini de yürütürlerdi. Bir âdet olarak pâdişâhların ölümünde hekimbaşılar görevden alınırlardı. Ancak pâdişâhın tahttan çekilme durumunda görevlerinde kalırlardı.
Hekimbaşının emrinde 19. yüzyıla kadar cerrahbaşı, kehhalbaşı (göz mütehassısı) ve eczâcı kalfaları vardı. Bu târihe kadar hekim ve eczâcı aynı kişi olduğundan ayrıca bir eczâcıbaşılık yoktu.
Hekimbaşılığın yetkileri 19. asrın ortalarında sınırlandırıldı. Çünkü bu zamanda tıp alanında modernleşmeye gidilmesi, bâzı kânun, tüzük ve yönetmeliklerin çıkarılmasına sebeb oldu. Ayrıca hekimbaşının vazîfesi sarayın sağlığı ile ilgilenmekten ibâret olduğundan, “hekimbaşılık” yerine “sertabiplik” deyimi kullanıldı. 1837’de Harbiye Nezâretinde kurulan Sıhhiye Dâiresi, askerî alandaki sağlık konularını, 1850’de kurulan Mekteb-i Tıbbiye-i Şâhâne ve Umûr-ı Tıbbıye-i Mülkiye Nezâreti ise sivil alandaki sağlık konularını ele aldı. 1869 târihli İdâre-i Tıbbiye-i Askeriye Nizamnâmesi gereğince kurulan Umûr-ı Sıhhiye-i Askeriyye Meclisi, askerî sağlık işlerini devraldığı gibi, gene o yıl kurulan Meclis-i Umûr-ı Tıbbıye-i Mülkiye de sivil sağlık işlerini üzerine almıştır. Bu son kuruluş 1906’da Meclis-i Maârif-i Tıb ve 1908’den sonra da Meclis-i Umûr-ı Tıbbiye-i Mülkiye ve Sıhhiye-i Umûmiye adlarını almıştır. 1912’de bu meclis tamâmen kaldırılarak İçişleri Bakanlığına bağlı Sıhhiye Müdüriyet-i Umûmiyesi kurulmuştur. Daha sonra 1914’te Dâhiliye ve Sıhhiye Nezâreti adını alan bu kuruluş, 1920’de Sıhhat ve İçtimâî Muâvenet Vekâleti, Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı adını alarak son şekline geçmiştir. Böylece eskiden hekimbaşıların üzerinde olan her türlü sivil sağlık işlerinden bugün bu bakanlık sorumludur.
On beşinci yüzyıldan îtibâren hekimbaşılık yapmış olan zâtlar şunlardır: Kaysunizâde Mehmed Efendi, Emir Çelebi, Sakızlı Îsâ Çelebi, Halepli Sâlih bin Nasrullah, Hayâtîzâde Büyük Mustafa Feyzî Efendi, Giritli Nuh Efendi, Hasan Efendi, Suphizâde Abdülazîz Efendi, Gevrekzâde Hâfız Hasan Efendi, Mustafa Behçet Efendi, Abdülhak Molla, Cerrah İsmâil Paşa.
Bunlardan Hekimbaşı Abdülhak Molla’nın Bebek’teki eczânesinin kapısına astığı “Ne ararsan bulunur, derde devâdan gayri” sözü pek meşhurdur.
Hilâl-i Ahmer Cemiyet hâlinde yaşayan insanlar arasında fakir, zengin, muhtaç ve sakatların bulunması gâyet normaldir. İlâhî dinler, insanlar arasında yardımlaşmayı, muhtaçların elinden tutulmasını emrettiğinden, inananlar arasında bu hususlar tam yerine getirilmiştir. İnsanlar bunlara uymakta güçlük çıkarınca, idâreciler kânûnî müeyyideler ile bâzı hususlarda mecbûriyetler getirmişlerdir. Avrupalılar, insanlar arasındaki mânevî bağların azaldığı 19. asırda yardımlaşmayı sağlamak, harp zamânındaki yaralılara bakmak için cemiyetler kurdular. Kurdukları bu cemiyete Sâlib-i Ahmer adını verdiler. Daha sonra bu cemiyet Kızılhaç adını aldı.
İslâmiyetin ilk yıllarında ve daha sonraki harplerde ihtiyaç duyulduğu zaman kadınlar savaşa katılır, yaralıları tedâvi ederlerdi. Nitekim Uhud savaşında hazret-i Fâtıma savaşta yaralanan Peygamber efendimizin yaralarını bizzat sarıp tedavi etmişti. Sonraları kurulan İslâm devletlerinde yardımlaşma ve harp yaralılarını tedâvi, çeşitli şekillerde yapıldı.
Selâhaddîn-i Eyyûbî 1192 yıllarında Üçüncü Haçlı Seferinde, Saint Jean Şövalyelerinin Müslüman Türk karargâhına gelerek Hıristiyan yaralıları ile meşgul olmalarına, tedâvi etmelerine izin vermişdi.
Birinci Napolyon, 1798 târihinde Akka Kalesini muhâsara ettiği zaman, ordusunda vebâ çıkıp yayılmış ve hastalığa karşı çâresiz kalınca, düşmanı olan Müslüman Türklerden yardım istemek zorunda kalmıştı. O zamanki bir Fransız eserinde şöyle yazılmaktadır: “Türkler ricâmızı kabul ederek hekimlerini yolladılar. Bunlar tertemiz giyinmiş, ak yüzlü kimselerdi. Evvelâ duâ etdiler ve sonra ellerini bol su ve sabun ile uzun uzadıya yıkadılar. Hastalarda zuhûr eden hıyarcıkları neşterle yardılar. İçindeki sıvıyı akıtarak yaraları tertemiz yıkadılar. Sonra hastaları ayrı ayrı yerlere koydular ve sağlamların mümkün olduğu kadar onlara yanaşmamasını tenbih ettiler. Hastaların elbiselerini yakıp yeni elbiseler giydirdiler. En nihâyet ellerini yıkadılar ve hastaların bulunduğu yerlerde öd ağacı yakarak tekrar duâ ettiler. Bizden hiçbir ücret veyâ hediye kabul etmeden yanımızdan ayrıldılar.”
Osmanlı ordusunun özel hekimbaşısı vardı. Harpte hekimbaşı maiyeti ile berâber ordunun gittiği yere gitmek mecbûriyetindeydi.
İnsanlara merhamet etmeyene, Allahü teâlâ yardım, merhamet etmez.
Allah'ın sevdiği ev, yetim bulundurulan ve ona iyilik yapılan evdir.
İnsanların en iyisi insanlara hizmet edendir.
Kalbinde merhameti olmayanın îmânı yoktur.
Hadîs-i şerîfleri Müslümanların merhametli, hayırsever olmalarını emretmektedir. Dînimizde zekat vermek farzdır. Sadaka ise durumu müsâid olanların ihtiyaç sâhiplerine yaptıkları yardımlardır. Osmanlı Devletinde vakıflar, aşhâneler insanlara hizmetin en güzel misâlleridir.
Müslümanlar arasında İslâmiyetle başlayan, felâketzedelere, muhtaçlara ve yaralılara yardım, Avrupa'da 19. yüzyılda ve kısmen ortaya çıkmıştır. İnsanların isteyerek bu işe koşmamaları Avrupa'da yardım yapılabilecek idârî teşkilâtlar kurmayı mecbur etmiştir. Zîrâ muhtaçlara, kazâzedelere yardım elini uzatmak, bir inanç gereğidir. İnançlar zayıflayıp bu iş yapılmadığı zaman bir kuruluşa ihtiyaç duyulur.
Osmanlılarda, kurulduğu yıllardan beri belli bir sistem ve kural içinde muhtaçlara, kazâzedelere, yaralılara yapılan yardım, 1877 yılında teşkilâtlandırılıp bir cemiyet şekline geldi.
1877'de beyaz üzerine kırmızı hilâl sembol kabûl edilerek Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti kuruldu. 1923'te Türkiye Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, 1935'te Türkiye Kızılay Derneği adlarını aldı.
Osmanlı Hilâl-i Ahmer Cemiyeti, 1877'deki Osmanlı-Rus Savaşında, cephe gerisinde 9 seyyâr hastahâne, İstanbul'da 4 hastahâne açarak buralarda 25 bin yaralı ve hasta askere baktı. 1897'deki Türk-Yunan Harbinde cemiyet 2 hastahâne vapuru kirâlayarak yaralı ve hasta askerleri İstanbul'a taşıyıp tedâvi etti.
İstanbul'da baş gösteren kolera salgını ve 1911'deki büyük Aksaray yangını Hilâl-i Ahmer'in barış yıllarında kayda değer ilk ve geniş faaliyetleri oldu. Bundan sonra arka arkaya gelen Trablusgarb, Birinci ve İkinci Balkan harpleriyle, Birinci Dünyâ Harbi, Hilâl-i Ahmerin üç kıta üzerindeki aralıksız, çok geniş ve sıkışık, fedâkarlıklarla dolu uzun bir devresini teşkil eder.
Humbaracı Ocağı Osmanlı askerî teşkilâtında humbara yapan ve bunu kullanan sınıfın bağlı olduğu ocak. Humbara, demir veya tunçtan dökülmüş el bombası olup, tüfekle atılanları da vardı. Bu silâhı kullanana “humbaracı”, âmirlerine ise, “humbaracıbaşı” deniliyordu.
Humbaracılar Osmanlılarda eskiden beri mevcud olup, bir kısmı Cebeci bir kısmı Topçu Ocağına bağlıydılar. Humbaracıların asıl kısmı, kapıkulu sınıfları gibi maaşlı olmayıp, timar sâhibiydiler. Bunlar devlet merkezinde bulunmayıp, kalelerde hizmet ederlerdi. Bunların timarları, kaleleri civârında bulunurdu. Timarlı humbaracılar 17. asır başlarından îtibâren ihmâl edildiğinden ehemmiyetleri kalmadı.
Humbaracı Ocağı, aslen Fransız olup 1729’da Türkiye’ye ilticâ eden ve Müslüman olduktan sonra Ahmed ismi verilen Kont Bonneval tarafından ıslâh ve tanzim edildi. Bunlar için Üsküdâr’da Ayazma Sarayında yeniden bir îmâlâthâne ile kışla yaptırıldı. Bu sûretle yeniden teşkilâtlanan humbaracıların miktârı üç yüzü timarlı ve üç yüzü ulûfeli olarak 601 kişi oldu. Ocak, oda denilen ve her biri yüz kişiden meydana gelen altı bölüğe ayrıldı. Bunların üçü ulûfeli, üçü de timarlıydı. Her ulûfeli odaya iki yüz akça ile bir odabaşı ve doksanar akça ile iki tâne ellibaşı ve elli akça yevmiyeyle üç tâne otuzbaşı, otuzar akça yevmiye ile on tâne onbaşı, vekilharç, çavuş, imâm, cerrah, yazıcı, davulcu tâyin edildi. Neferlerin yevmiyesi on sekiz, “alaybaşı” denilen humbaracıbaşının yevmiyesi ise üç yüz altmış akçaydı.
Üçüncü Selim Handan îtibâren görülen ıslâhat devresinde, 1792’den îtibâren Humbaracı Ocağında timarlı ve ulûfeli şeklindeki ayırıma son verilerek, hepsinin devlet merkezinde bulunmaları kabul edildi. 1795’te ise Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûnun açılması üzerine Humbarahâne kapatılıp talebeleri bu okula nakledildi. Humbaracılar, Sultan İkinci Mahmûd döneminde Vak’a-i Hayriye adı verilen yeniçerilerin kaldırılması sırasında devletin tarafını tutarak büyük bir hizmet yaptılar.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 8:02 pm | |
| İ
İdadî Osmanlı Devleti eğitim sisteminde orta tahsili veren mektep. Sultanîlere ve meslek yüksek okullarına öğrenci yetiştirmek gâyesiyle kuruldu.
İlk olarak 1838’de açılmaya başlanan rüştiyelere öğrenci yetiştirecek sıbyan okullarına hazırlık sınıfı mânâsına idâdî denildi. Daha sonra Mekteb-i Tıbbiye ve Mekteb-i Harbiye gibi yüksek askerî okulların hazırlık sınıflarına da askerî idâdî adı verildi. 1869’da çıkarılan Maârif Nizâmnâmesinde de bu ad altında okullar açılması isteniyordu. Buna göre idâdîlerin öğretim süresi, rüştiye sınıfları ile birlikte yedi yıldı. İdâdîler yaygınlaştırılarak her vilâyete birer tâne açıldı. Sancaklarda ise idâdîlerin öğretim süresi beş yıldı. Vilâyet merkezlerindeki idâdîler, İkinci meşrûtiyet döneminde sultânîye dönüştürüldü. 1923’ten sonra ise ortaokul ve lise adı altında faaliyetlerini sürdürdüler.
İhtisab Osmanlı devlet teşkilâtında köklü değişikliklerin yapıldığı Sultan İkinci Mahmûd Han zamânında, 1826 yılında, yeniçeriliğin kaldırılmasından sonra şehir idâresinde bir boşluk doğdu. Bunu gidermek için de daha geniş selâhiyetlerle kontrolü sağlayacak yeni bir idârî sistemin kurulması gerektiğinden, ihtisâb nâzırlığı kurularak, başlangıçta muhtesib, ihtisâb ağası veya ihtisâb emîni ünvânı ile ihtisâb işine bakan kimse de ihtisâb nâzırı ünvânını aldı. Her türlü inzibâtî görevi üstlenen bu teşkilâta, bostancıbaşı, mîmârbaşı, hamam ve hamallar yazıcısı gibi vazîfelilerle, mahallelerin nüfûs kayıt ve yoklamasını yapan mahalle mukayyidleri, bâzan da mahalle imâmları yardımcı görevli kabûl edildi.
1845’te şurta (polis) ve 1846’da zaptiye müşirliği kurulduğundan, ihtisâb nezâretinin bir kısım vazîfe ve selâhiyetleri yeni kurulan bu müesseselere devredildi. Nezâret ise, sâdece narh ve esnaf işine bakar oldu. Nezâretin yetkilerinin sınırlanarak başka müesseselere devredilmesi ve memleketin içinde bulunduğu durum, birçok aksaklıkların meydana gelmesine sebeb olunca, bâzı tedbirler alındı. 1854’te yapılan bir resmî tebliğ ile İstanbul Şehremâneti (Belediye) idâresi kuruldu ve ihtisâb nezâreti lağvedildi.
Muhtesib, devleti temsîlen bu vazîfeye getirildiği için geniş bir tâzir (cezâlandırma) selâhiyetine de sâhipti. Okulları teftiş eder, düşmanın eline geçtiği zaman işine yarayabilecek her türlü harp malzemesinin satışını yasaklardı. Çarşıların nizâm ve intizâmını sağlamaya, ölçü ve tartıları kontrol etmeye, dinle alay edenleri tâkibe, komşu hakkına tecâvüzü önlemeye, zımmîlere âit binâların Müslümanlarınkinden daha yüksek yapılmamasına dikkat etmeye kadar varan yetkilere sâhipti.
Muhtesip, herhangi bir şikâyet beklemeden kendi yetkisini kullanarak bizzat halk içinde dolaşıp gördüğü uygunsuz hâllere ânında müdâhale ederdi. Bir muhtesibin uygunsuz hareket eden bir kimse hakkında işlem yapabilmesi için her şeyden önce, yapılan kötü işten haberdâr olması gerekirdi. “Falanca bu suçu işlemiş olabilir” gibi bir düşünce veya rastgele kimselerin lafları ile bir kimse hakkında işlem yapamazdı. Kendisi veya kendisine yardımcı memurların şâhid olmalarıyla münkerin işlendiğine bizzat kanâat getirmesi veya iki âdil Müslümanın şehâdet etmesi lâzımdı. Bundan sonra muhtesib yapılan işin kötülüğüne göre suçluyu dil veya el ile cezalandırırdı.
İmaret Osmanlılar, fethettikleri yerlerde, câmi, hastahâne, medrese, kervansaray, köprü, han, hamam ve çeşme gibi sosyal müesseseler yaparak, şehirleri kendilerine mâl ettiler. Ayrıca hayvanlar ile kuşların kışın karda yiyeceklerini ve yazın sıcakta içeceklerini temin ettiler. Medreselerde okuyan talebeler, yolcular, muhtâc ve kimsesizler için de imâretler yaptılar. Osmanlılardan günümüze ulaşan arşiv belgeleri ve harap da olsa bugün ayakta duran mîmârî eserleri, Osmanlı Devleti dâhilinde binlerce imâretin faaliyet hâlinde bulunduğunu göstermektedir. Bu sosyal müesseselerin muhâfaza ve devâmını sağlamak için de çevrelerinde han, hamam ve dükkan gibi yerler yaptırılarak, gelirleri bunlardan temin edildi. Diğer bütün sosyal müesseselerde olduğu gibi, imâretlere verilen vakıf gelirleri de evkaf defterlerinde kaydedildi. Meselâ İstanbul’da Bâyezîd İmâretinin yıllık geliri 9 milyon akçeydi. Yine Fâtih Câmii ve İmâretini yaşatmak için Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’un çeşitli semtlerinde; 1130 ev, 2466 dükkân, 3 han, 54 değirmen, 14 hamam, 9 bahçe vakfetmişti.
Osmanlılarda ilk imâreti, 1336’da kuran Orhan Gâzi, müessesesinin açılışını yaparak fakirlere kendi eliyle yemek dağıttı. Osmanlıların son zamanlarına kadar devâm eden bu müesseselerin yerine sonradan aşevleri kuruldu.
İznik ve Bursa’da pâdişahlar ile hayırsever zengin kimselerin kurduğu imâretler yirmi dörde ulaşmıştı. İstanbul, Ankara, Edirne, Manisa, Amasya, Kayseri, Erzurum, Filibe, Selânik, Bolayır, Gelibolu ve daha bunun gibi İmparatorluğun hemen her köşesinde imâretler vardı. Bunlar misâfirlere, medreselerde okuyan talebelere ve fakir halka en büyük destekdi. İmâretlerde verilen yemeklerin derecesi, onu besleyen vakfın veya şahsın zenginliğine göre değişirdi. Günde iki öğün yemek verileceği, mübârek gecelerde helva yapılıp dağıtılacağı ve vakıf sâhibinin rûhuna Kur’ân-ı kerîm okunacağı vakfiyelere şart olarak konurdu. Mütevellî heyeti bu hükümlere uymaya mecbûrdu. İmâretler ayrıca kimsesiz çocukların yetiştirilmesi işini de üzerlerine alıp bunlara hayatlarını kazanacak bir çağa gelinceye kadar bakarlar ve yetimlere maaş bağlarlardı. Nitekim Ayasofya vakfından 200, Edirne’deki Sultan İkinci Murâd vakfından 40 ve Fâtih İmâreti vakfından 250 yetime maaş bağlanmıştı. Maaş bağlanacak yetimlerin seçilmesi işi ile İstanbul kâdısı meşgûl olmakta ve her türlü işler kâdı siciline geçirilmekteydi.
İmâretlerin vakfiyelerinde vakfın idâresinin kimler elinde ve nasıl olacağı da belirtiliyordu. Buna göre vakıfla alâkalı bütün vazîfeliler sene sonunda bir umûmî heyet hâlinde toplanarak vakfiyeyi birlikte okuyup vakfiye şartlarının sene içinde yerine getirilip getirilmediğini müzâkere ederlerdi.
İmâretler bir tek yapı olabildiği gibi, külliye hâlinde teşkil edilenleri de vardı. On altıncı asra kadar tek yapı hâlinde olanlar meşhûrdu. Bu asırdan sonra daha çok külliye hâlinde olanlara rastlanıyordu. İmârethâne binâları, Türk mîmârî geleneklerine uygun planlara sâhib olarak yapılır, iki yanında bitişik birer misâfirhâne ile ortada namaz kılacak bir yer bulunurdu. Misâfirhâne odalarının içinde birer ocak ile dışarıya açılan kapıları vardı. Ortada bulunan namaz kılma yerinin genellikle yüksek bir kulesi bulunur, kule üzerindeki aydınlatma feneri ile şadırvan ve iç bölmeler aydınlatılırdı.
Fâtih Sultan Mehmed Hanın câmi, medrese ve dârüşşifâ ile berâber yaptırdığı imârette günde iki defâ yemek pişer ve medrese talebeleriyle hastahâne ve kütüphâne memurları ile külliyenin bütün hizmetlileri, misâfirler ve fakirler olmak üzere, her öğünde bin kişi yemek yerdi. Bütün İstanbul’daki imâretlerde bu sırada otuz binin üzerinde kişiye yemek verilirdi. Ayrıca mevki ve makam sâhiplerinin sarayında da fakirler için yemek çıkarılırdı.
Islahhâne Osmanlı Devletinde kurulan sanat okullarına verilen ad. İlk olarak Tuna vilâyetinde açılan okula kimsesiz ve yardıma muhtaç çocukların alınması ve bunların hâl ve geleceklerinin düzeltilmesi düşünüldüğünden ıslahevi mânâsına gelen bu tâbirin kullanıldığı zannedilmektedir. Bir de Türkçenin Rumeli şîvesinde ıslâh “iyi, güzel mânâsına geldiğinden, memlekette ilk defâ açılan güzel ve iyi müessesenin halkın hoşuna giden bir isimle adlandırılması uygun görülmüş olduğu düşünülmektedir.
Tuna vilâyetinden sonra Rusçuk, Halep, Selânik ve İstanbul’da da açılan bu okullara, daha sonraları Sanâyi Mektebi adı verildi. 1868’den sonra Bursa, İzmir, Bosna, Trabzon, İşkodra, Kastamonu, Erzurum ve Diyarbekir’de açılan okullarla bu faaliyet genişletildi.
Islahhânelerde öğrencilere ilköğretim seviyesinde dersler okutulduğu gibi, bulunduğu bölgenin ihtiyâçlarına göre terzilik, kunduracılık, mürettiplik, demircilik ve marangozluk gibi sanat eğitimi de veriliyordu. Okulların giderleri halkın yardımları ve ıslahhânelerde yapılan eşyânın satışlarından elde edilen kârla karşılanırdı. Islahhânelerin yerini sonraları sanat mektepleri almıştır.
Islahiye Teşkilatı Abdülazîz Han devrinde güney ve güneydoğudaki âsileri yola getirmek için kurulan özel askerî birlik. İskenderun’dan Maraş ve Elbistan’a, Kilis’ten Niğde ve Kayseri’ye, Adana sâhillerinden Sivas’a kadar olan bölgedeki âsileri ıslâh etmek için kuruldu. Kumandanı Müşir Derviş Paşa, komiseri de Ahmed Cevdet Paşa olup, on beş piyâde taburu ve iki süvâri alayından meydana geliyordu.
Kırım Harbi (1853-1856) devâm ederken, Osmanlı ordusunun cephede olmasından istifâde eden fırsatçı eşkıyâlar ile Ermeni âsileri Halep, Kozan ve Adana bölgelerinde isyâna, ahâliyi katletmeye başladılar. Bu katliamlar üzerine 1866’da bölgede harekâta başlayan Fırka-i Islâhiye, Halep, Kozan, Adana ve çevresinde faaliyette bulunan eşkiyâyı kısa sürede ortadan kaldırdı. Hac yolunu kesen Küçük Alioğullarının tehditlerine son verdi. Fırka-i Islâhiye, Cevdet Paşanın başkanlığında bölge aşîretlerinin ileri gelenleriyle, toplantılar ve görüşmeler yaparak göçebe halkı büyük ölçüde yerleşik düzene geçirmeyi başardı. Heyeti bir beyannâme yayınlayarak pâdişâha bağlılıkla kusur gösterilmesine izin verilmeyeceğini buna karşılık şahsî hukûkun korunacağını ve o güne kadar işlenen suçların affedileceğini duyurdu. Aşîret önde gelenlerine çeşitli devlet kademelerinde ve ordu içinde görevler verildi. Bunlar İstanbul, Kütahya ve Rumelide iskân edildi.
Bölgede asâyişin sağlanması ve Fırka-i Islâhiyenin İstanbul’a dönmesi ile teşkilâtın görevi sona ermiş oldu (1867).
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 8:03 pm | |
| İttihat ve Terakkî Türkiye’de kurulan ilk siyâsî parti.
21 Mayıs 1889’da İttihâd-ı Osmânî adıyla ve Abdülhamîd Hanı tahttan indirmek gâyesiyle gizli bir cemiyet olarak kuruldu. Daha sonra İttihat ve Terakki adını aldı. Yapılan ilk toplantıda Cemiyetin başkanlığına Ali Rüşdî, kâtipliğine Şerefeddîn Mağmûmî, muhâsib üyeliğe de Âsaf Derviş seçildiler.
Cemiyet, İstanbul’daki sivil ve askerî okul talebeleri arasında taraftar kazanarak süratle büyüdü. İtalyan Karbonari mason teşkîlâtını örnek alarak kurulan bu gizli cemiyet, hücreler hâlinde teşkilâtlandı. Hücre içindeki her üyeye bir sıra numarası verildi. Birinci hücrenin birinci üyesi İbrâhim Temo idi.
Cemiyet üyeleri, Galata Fransız Postahânesi aracılığıyla merkezi Pâris’te kurulan Jön Türklerle irtibat kurdular. Cemiyetin üyelerinden olan Bursa maârif müdürü Ahmed Rızâ Bey, Pâris’teki bir sergiyi gezmek bahânesiyle Fransa’ya gidip, Jön Türkler grubuna katıldı ve geri dönmedi. İttihâd-ı Osmânî cemiyetinin fikirlerini yaymaya başladı. Çok geçmeden onlar arasında hâkim bir sîmâ oldu. Cemiyet, Sultan Abdülhamîd Hana karşı kişi ve çevrelerle kurduğu münâsebetler netîcesinde tanınmaya başladı; yurt içinde ve dışında şûbeler kurarak teşkilâtlandı. Ahmed Rızâ, Avrupa’daki teşkilâtın adını, Auguste Comte’un pozitivist felsefesinin parolası olan Nizam ve Terakkî koymak istedi. Jön Türkler bu ismi kabul etmeyip, İstanbul’daki İttihâd-ı Osmânî Cemiyetinin ittihâdının da bu cemiyetin isminde yer almasını istediler. Böylece İstanbul’dakilerin İttihâc’ı ile Ahmed Rızâ’nın Terakki’si bir araya getirilerek, cemiyetin adı İttihat ve Terakki oldu. Cemiyetin yayın organı olarak Meşveret Gazetesi ve Fransızca ilâvesi, Paris’te yayınlanmaya başladı. Daha sonra Cenevre ve Brüksel’de yayın hayâtına devâm eden Meşveret Gazetesi yurda gizlice sokuldu. Cemiyetin para ihtiyâcını Pâris mason locası karşıladı.
Tıbbiye, Harbiye, Mülkiye gibi yüksek okullarda gizli kollar ve komiteler teşkil eden cemiyetin yurt içindeki varlığı, 1895 yılındaki Ermeni olayları sebebiyle duyuldu. Cemiyetin; Dr. İshak Sükûtî, Dr. İbrahim Temo, Dr. Abdullah Cevdet, Dr. Âkil Muhtâr, TunalıHilmi gibi faâl üyeleri, yapılan soruşturmalar netîcesinde suçlu bulunarak dağıtıldılar. Bâzıları çeşitli yerlere sürülen cemiyet üyelerinin bir kısmı yurt dışına kaçtı. Yurt dışı faaliyetleri Bükreş, Paris, Cenevre veKâhire’den idâre edilmeye başlandı. 1897 yılında cemiyetin Cenevre ve Kâhire şûbeleri faaliyete geçti. Cenevre şûbesinin çıkardığı Mîzan ve Osmanlı gazeteleriyle Kâhire şûbesinin çıkardığı Kânûn-i Esâsî ve Hak gazeteleri cemiyetin fikirlerinin destekçiliğini yaptılar. Bükreş şûbesini İbrâhim Temo; Pâris şûbesini ise Ahmed Rızâ idâre etti.
Kalabalık bir kitle teşkil etmeyen ülke dışındaki cemiyet mensupları, sürekli anlaşmazlıklar içindeydi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, yurt dışındaki bu muhâlifleri iknâ veya pasifize etmek için gerekli tedbirleri aldı. Zâten fikrî ve siyâsî sebeplerden dolayı ikiye bölünmüş olan İttihatçıların Cenevre grubunun lideri Mîzâncı Murâd Beyle anlaşması için serhâfiye Ahmed Celâleddîn Paşayı vazîfelendirerek Avrupa’ya gönderdi.
Ahmed Celâleddîn Paşa’nın gizli çalışmaları netîcesinde, muhâliflerden büyük bir kısmı İstanbul’a döndüler ve Pâdişâh’ın hizmetine girdiler. Ancak Ahmed Rızâ’nın çevresinde kalan bir grup, Osmanlı Devletine karşı şiddetli muhâlefete ve basın yoluyla propagandaya devâm ettiler. Bu sırada Sultan İkinci Abdülhamîd Handan istediği ilgiyi göremeyen eniştesi Dâmâd Mahmûd Celâleddîn Paşa da, ülke dışına kaçarak, iki oğlu Prens Sebahaddîn ve Lütfullah beylerle Pâris’e gitti. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın ve Osmanlı Devletinin aleyhinde faaliyete başladı. Böylece Avrupa’daki Jön Türk hareketi biraz canlandı. Ancak anlaşmazlık ve şahsî rekâbetler de gittikçe arttı.
4 Şubat 1902 târihinde Pâris’te, bütün Jön Türkleri içine alan bir kongre toplandı. Bu kongreye; Prens Sebahaddîn, Ahmed Rızâ, İsmâil Kemâl, İsmâil Hakkı(Paşa), Hoca Kadri, Halil Ganem, Mâhir Saîd, Yûsuf Akçura, Ferid Bey, Ali Haydar, Hüseyin Sîret, İbrâhim Temo, Dr. Nâzım, Dr. Refik Nevzat ile Ermeniler ve Rumlar adına da bâzı şahıslar katıldı. Kongrede tâkib edilecek usûl ile ilgili görüş ayrılıkları belirdi. Ahmed Rızâ ve arkadaşları cemiyetin adını Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti olarak değiştirip, Pâris’’te Meşveret’i çıkarmaya devâm ettiler. Mısır’da da Şûrâyı Ümmet Gazetesi’ni kurdular. Prens Sebahaddîn ve taraftarları da Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet Cemiyetini kurup Terakkî Gazetesi’ni çıkardılar. İki cemiyet yayın organlarıyla birbirlerini ithâm etmeye devâm etti. Bir taraftan da taraftar kazanmak için program ve fikirlerini açıklayıp yaymaya koyuldular.
Cemiyet, Rumeli’de de hızla teşkilâtlandı. Yalnız Tiran’da olmak üzere, Köstence, Dobruca, Şumnu, Plevne, Sofya, Kızanlık, Vidin ve İşkodra’da bir çok şûbeler açıldı. Terakki ve İttihat Cemiyeti batı dünyâsında Jön Türklerin temsilcisi olarak tanıtıldı.
1906 Eylülünde ekseriyeti üçüncü ordu subaylarından olan; Bursalı Tâhir, Nâki, Edib Servet, Kâzım Nâmi, Ömer Nâci, İsmâil Canbolat, Hakkı Bahâ beyler ile posta ve telgraf idâresi başkâtibi Mehmed Talat, Rahmi ve Midhat Şükrü beyler tarafından Selânik’te Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kuruldu. Sultan Abdülhamîd Hanı tahttan indirme gâyesini güden, ihtilâlci bir hüviyete sâhib olan ve kurucularının ekseriyetinin mason olması ile dikkat çeken bu cemiyet, ülke içinde veya dışında aynı gâye ile kurulan cemiyetleri kendine çekerek kaynaştırmayı başardı. Cemiyet, silâhlı kuvvetler çevresinde hızla yayıldı. Asker ve sivil üyeleri fazlalaşarak ihtilâlci bir güç meydana geldi. Bu cemiyet, bir yıl sonra Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyetinin Pâris şûbesiyle birleşme karârı aldı. Hem yurt içinde hem de yurt dışında faaliyet gösteren Terakki ve İttihat Cemiyetinin biri Selânik’te, diğeri Pâris’te olmak üzere iki merkez-i umûmîsi ortaya çıktı.
Bu birleşmeden sonra Rumeli’de hızlı bir şekilde teşkilâtlanan Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti komita faaliyetlerine girişti. Enver Bey, Tikveş yöresinde; Niyâzi ve Eyyûb Sabri beyler Resne ve Ohri’de; Selâhaddîn ve Hasan Tosun beyler Arnavutluk’ta hürriyet taburları kurarak tedhiş hareketlerini yaygınlaştırdılar. Bulundukları bölgelerdeki gayri müslim ve Türk olmayan unsurlarla da işbirliği yaparak, Müslüman ahâliyi Sultan Abdülhamîd Hana karşı ayaklanmaya çağırdılar. Durumun tehlike arz ettiğini gören Sultan İkinci Abdülhamîd Han, bu komita faaliyetlerini bastırmak üzere Makedonya’ya asker sevk etti. Gönderilen askerî birliklerden de İttihatçı komitacılara katılanlar olması, cemiyetin Manastır ve Selânik’te hürriyet îlân edeceğine dâir aldığı karârı pâdişâha bildirmesi, durumu iyice tehlikeli bir hâle soktu. Bu defâ Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Şemsi Paşayı ayaklanmayı bastırmakla vazîfelendirdi. Hazırlıklarını tamamlayan Şemsi Paşa, 7 Temmuz 1908’de Pâdişâha son raporunu vermek üzere girdiği Manastır Postahânesinden çıkarken İttihat ve Terakki komitacılarından Bigalı Teğmen Âtıf tarafından öldürüldü. Dağa çıkan komitacıların sayısı gittikçe arttı. Komitacılar, 20 Temmuz 1908’de Firzovik’te halkı meydana toplayarak hürriyet ve meşrûtiyet isteğiyle gösteri yaptı. Bu vak’alardan sonra Tatar Osman Paşa, İzmir ve civârı redif kuvvetleri de kendisine verilerek, Manastır ve havâlisi fevkalâde kumandanı olarak bu bölgeye gönderildi. Ohri Taburu kumandanı Eyyûb Sabri ve Resne kuvvetleri kumandanı Niyâzi beyler, Manastır’da Osman Paşanın oturduğu konağı muhâsara ederek kendisini Resne’ye götürdüler.
Durumun nâzikliği üzerine Kânûn-i Esâsiyi yürürlüğe koyan Sultan İkinci Abdülhamîd Han, 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrûtiyeti îlân etti. Meşrûtiyetin îlânını tâkib eden günlerde birleştirici olduğunu îlân eden İttihatçılar, cemiyetlerinin ismini Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti olarak değiştirip, Prens Sebahaddîn grubunun mensub olduğu Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet cemiyetiyle birleştiğini duyurdular. Partinin Selânik’teki merkez-i umûmî üyelerinden Ahmed Rızâ, Talât, Hüseyin Kadri, Hayri, Midhat, Şükrü, Habib, Enver, İsmâil Hakkı, Dr. Bahaeddîn Şâkir ve Nâzım beyler hükûmetin faaliyetlerini gözetlemek üzere İstanbul’a geldiler. Kendileri kabîneye giremedilerse de hükûmet üzerinde hâkimiyet kurdular. Tecrübesizliklerinden dolayı kabîneleri doğrudan doğruya kurmak yerine kontrol altında bulundurmayı tercih ettiler. 4 Ağustos 1908’de kurulan meşrûtiyetin ilk kabînesi olan Saîd Paşa hükûmeti, İttihat ve Terakkînin baskısına dayanamayarak 13 Ağustosta çekilmek zorunda kaldı. İkinci defâ kurulan Saîd Paşa hükûmeti ise beş gün dayanabildi. İttihat ve Terakki iktidar olmamıştı ama hükûmeti ve hükûmetin icrâatını kendileri tâyin ediyordu. 21 Ağustosta İttihat ve Terakkinin baskısıyla Kâmil Paşa hükûmeti kuruldu. Hükûmetlerdeki istikrarsızlık, İttihat ve Terakkinin devlet otoritesini ve bütünlüğünü bozmaya yönelik faaliyetlerini fırsat bilen Bulgarlar, 5 Ekimde bağımsızlık îlân ettiler. Ertesi gün Avusturya, Bosna-Hersek’i ilhâk etti. 6 Ekim’de Girid, Yunanistan’a bağlandı.
Meşrûtiyetin îlânından sonra ülkeye dönen Prens Sebahaddîn Bey grubu, İttihat ve Terakki ile birlikte hareket etmeyi reddederek kendi görüşleri doğrultusunda faaliyet göstermeye başladılar. Adem-i Merkeziyetçi görüşleri sebebiyle İttihat ve Terakkiden bekledikleri iltifâtı göremediler. İttihat ve Terakki ile tamâmen irtibâtı kesen Prens Sebahaddîn Bey, 14 Eylül’de Ahrâr Fırkasının kurulmasını destekledi. Kısa zamanda muhâlefetin sesi hâline gelen Ahrâr Fırkası, İttihat ve Terakkinin gizli kapaklı yönetim modeliyle iktidar tekelciliğinin ve gizliliğinin sonunda bir istibdat meydana gelebileceği konusunu işledi. İdârî ve siyâsî mesûliyetten uzak olan İttihat ve Terakkinin devlet işlerine karışmasını, hükûmeti ve milleti tahakkümü altına almasını, orduyu siyâsete karıştırmasını tenkid etti.
İttihat ve Terakkinin, Kâmil Paşa hükûmeti üzerinde şiddetli baskı kurmak istemesi yüzünden, Kâmil Paşa ile İttihat ve Terakkinin arası açıldı. 18 Ekim-8 Kasım 1908 târihleri arasında İttihat ve Terakkinin kongresi gizli olarak toplandı ve cemiyet için yeni bir siyâsî program hazırlandı. Kongre sonunda yayınlanan 13 maddelik bildiride, cemiyetin siyâsî fırka (parti) hâline geldiği îlân edildi. Gayri müslim ve Türk olmayan unsurların da desteğiyle, 1908 yılı sonlarına doğru yapılan seçimi İttihat ve Terakki kazandı. 17 Aralık 1908’de Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın konuşmasıyla yeni seçilen meclis-i meb’ûsan açıldı. Sadrâzam Kâmil Paşanın hükûmette bâzı değişiklikler yapması İttihat veTerakkinin Bâbıâlî’ye karşı sert tepkiler göstermesi sebebiyle, İttihat ve Terakki ile Sadrâzam’ın arası iyice açıldı. 14 Şubat 1909’da meclis-i mebûsânda yapılan güven oylamasıyla, Ahmed Rızâ, Talat, Câvit ve Enver Bey gibi ittihatçıların faaliyetleri sonucu Kâmil Paşa hükûmeti düşürüldü. Sadrâzamlığa Hüseyin Hilmi Paşa getirildi. İttihat ve Terakkiye karşı gerek meclis içi, gerekse meclis dışı muhâlefet şiddetlendi. Meclis içinde, çok az üyesi bulunan Ahrâr Fırkası, Meclis dışında Serbestî Gazetesi ile muhâlefet çalışmalarını sürdürdü. Bu gazete, eski memurlardan şantaj yoluyla para alındığını gösteren belgeler ve makâleler yayınladı. Siyâsî rakiplerine karşı tedhiş yoluna baş vuran İttihatçılar, Serbestî Gazetesi başyazarı Hasan Fehmi’yi Sirkeci Postahânesi yanında esrarlı bir şekilde öldürttüler. Hasan Fehmi’nin cenâze töreni İttihatçıların aleyhinde bir gösteri mâhiyetinde cereyân etti. Derviş Vahdetî ve arkadaşları tarafından kurulan İttihat-ı Muhammedî Cemiyeti ve yayın organı olan Volkan Gazetesi de, İttihat ve Terakki aleyhinde faaliyet gösterdiler. İttihat ve Terakkinin ordu içinde kendisine karşı olan, milletini, dînini ve vatanını seven subayları, orduda gençleştirme bahânesiyle tasfiye etmesi, orduda huzursuzluklara yol açtı. İttihat ve Terakkinin Pâdişâha ve hilâfet makâmına karşı olan sevimsiz hareketleri de, sağduyu sâhibi Müslüman ahâlide nefret uyandırdı.
İttihat ve Terakki, Pâdişâha sâdık Birinci Orduya güvenmeyerek Selânik’teki Üçüncü Ordudan avcı taburları getirtti. İttihatçılar tarafından tertib edilen ve Selânik’ten getirilip Derviş Vahdetî isminde bir kimse tarafından “Din elden gidiyor!” “Şerîat isteriz!” gibi sloganlarla kışkırtılan avcı taburları tarafından çıkartıldığı tesbit edilen 31 Mart Vak’ası üzerine İttihat ve Terakki tarafından, Selânik’ten Bulgar, Sırp, Yunan, Arnavud yağmacılarının da bulunduğu Hareket Ordusu İstanbul’a getirildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, Selânik’ten gelen Hareket Ordusuna karşı koymak isteyen kendisine sâdık kumandanlara, çarpışılmaması, Müslüman kanı dökülmemesi için sıkı emir verdi. İsteseydi yalnız Taksim ve Taş kışladaki tâlimli asker ve sâdık subaylar, gelen hareket ordusunu darmadağınık edebilirdi. Fakat sultan, kardeş kanının dökülmesini istemedi. İttihat ve Terakkinin önderliğinde İstanbul’a giren Hareket Ordusu kumandanları, doğru Yıldız Sarayı’na geldiler. Hazîneyi, asırlardan beri toplanmış olan kıymetli yâdigârları ve dünyânın en zengin kütüphânelerinden olan saray kitaplığını yağma ettiler. Pâdişâhın arabası bile parçalanıp paylaşıldı. Sultan İkinci Abdülhamîd Han, İttihat ve Terakki ileri gelenlerince tahttan indirildi, yerine kendinden iki yaş küçük olan kardeşi Muhammed Reşâd getirildi.
İttihat ve Terakki ileri gelenleri, Sultan İkinci Abdülhamîd Hanı lekeleyecek bir suç bulamadılar. Milletin, hükümdârı saydığını görerek öldürmeye de cesâret edemediler. Hemen o gece kurmay binbaşı Fethi Okyar’ın emrinde olarak trenle Selânik’e götürdüler. Oradaki Alâtini köşküne hapsettiler. Bu olaylar sırasında Hüseyin Hilmi Paşa istifâ edip Tevfik Paşa sadrâzam oldu. 31 Mart Vak’asından bir gün sonra Adana’da Ermeni ihtilâli oldu. Müslümanların mallarına, canlarına, ırzlarına saldıran Ermeniler; İttihat ve Terakkinin seyirci kaldığı hâdiselerde 1850 Müslüman-Türkü öldürdüler.
Halkın bir araya gelmesiyle Ermeni isyânı bastırıldı. Adana’ya vâli tâyin edilen İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden Cemâl Paşa da, Avrupalılara şirin görünmek için Ermenilerle birlikte hareket ederek yüzlerce Müslümanı asıp kesti.
31 Mart Ayaklanmasının bastırılmasından ve Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın tahttan indirilmesinden sonra duruma hâkim olan İttihat ve Terakki, bütün fırkaları lağv ederek muhâlif olanları tevkif ettirdi. Bu arada hiçbir kabahatleri olmadığı hâlde, sâdece cemiyete karşı oldukları zannedilen birçok zâbit de tutuklanarak Bekirağa Bölüğüne hapsedildi. İstanbul’da örfî idâre (sıkıyönetim) îlân edilerek Dîvân-ı harb-i örfîlerle (sıkıyönetim mahkemesi) birlikte darağaçları kuruldu. Kendilerine göre suçlu görülenlerin yanında suçsuzlar da îdâm edildi. Eski devre âit devlet adamlarından pekçok kimse çeşitli yerlere sürüldü. İttihat ve Terakki erkânının devlet işlerini doğrudan doğruya ellerine almak istemeleri üzerine, 14 Nisan 1909’da Tevfik Paşa sadrâzamlıktan istifâ etti. Yerine Hüseyin Hilmi Paşa tekrar sadrâzam oldu. İttihat ve Terakkinin ileri gelenlerinden genç, tecrübesiz ve mâcerâcı Talat Bey de, bu kabînede dâhiliye nâzırlığına getirildi. İttihat ve Terakkinin keyfî baskılarına dayanamayan Hüseyin Hilmi Paşa, 7 ay 24 günlük bir iktidârdan sonra tekrar istifâ etti. Sadâret makâmına getirilen Roma sefiri Hakkı Paşa kabînesinde, hareket ordusunun diktatör kumandanı Mahmûd Şevket Paşa, harbiye nâzırı olarak vazîfe aldı.
Muhaliflerine karşı sert tedbirler alan ve tedhiş yollarına başvuran İttihat ve Terakki, Sadâ-yı Millet Gazetesi başyazarı Ahmed Samim’i de sokak ortasında öldürttü. Sultan İkinci Abdülhamîd Hanın Balkan siyâsetinin esâsı olan Bulgar ve Rum kiliseleri arasındaki rekâbete son veren İttihat ve Terakki, güyâ Makedonya’daki unsurlar arasındaki ihtilâfı gidermek bahânesiyle kiliseler kânûnunu çıkardı. Netîcede Bulgar, Yunan ve Sırp unsurları arasında hiçbir ihtilâf bırakmayarak, bunların Osmanlı Devleti aleyhine Balkan ittifâkı kurmalarına yol açtı. 1 Nisan 1910’da Arnavutluk ayaklanması çıktı; 9 Mayıs 1910’da da Girid meclisi, Yunan kralına bağlılık yemîni etti.
Bu sırada, harbiye nâzırı olan Mahmûd Şevket Paşa, Trablus’taki askeri Yemen’e sevk etmek, bir çok ihtarlara rağmen mühimmâtı da İstanbul’a getirmek sûretiyle bu bölgeyi müdâfâdan mahrum bıraktı. İtalyanların teşebbüsleri üzerine Trablusgarb vâli ve kumandanı Müşir İbrâhim Paşa da, vazîfeden azledilerek bu vilâyet kumandansız ve vâlisiz bırakıldı. Roma hükûmeti de bu vaziyetten istifâdeyle İttihat ve Terakkinin Trablusgarb ve Bingâzi’deki halkı İtalyan aleyhinde tahrik etmesini ve Osmanlı vapurlarıyla oralara asker ve mühimmât sevk olunduğunu iddiâ ile 23 Eylül 1911’de verdiği bir ültimatomla Trablus ve Bingâzi’nin boşaltılmasını ve teslim edilmesini istedi. Daha sonra da harb îlân etti. Ciddî bir tedbîr alınmadığı için Trablusgarb’ın elden çıkmasına sebeb olundu. Harb îlânını bildiren ültimatom geldiğinde, İttihatçıların hâriciye nâzırı, İtalyan sefîri ile satranç oynamaktaydı.
Sadrâzamlığı sırasında; Çırağan Sarayı yangını, Bâbıâlî yangını, Arnavutluk İsyânı, Girid’in Yunanistan’a iltihâkı, Tarblusgarb’ın İtalyanlarca işgâl edilmesi gibi felâketlerin vukû bulduğu Hakkı Paşa, 29 Eylül 1911’de istifâ etmek zorunda kaldı. Yerine Âyan Reisi Küçük Saîd Paşa sadrâzam oldu.
İttihat ve Terakkinin içeride uyguladığı partizan ve baskıcı, dışarıda uyguladığı tâvizci politika sebebiyle muhâlefet gittikçe fazlalaştı. 1911 yılı başlarında kendi içinde meydana gelen Hizb-i cedîd hareketi de muhâlefete katıldı. 21 Kasım 1911’de bütün muhâlefet gruplarının ve fırkalarının bir araya gelmesiyle Hürriyet ve Îtilâf fırkası kuruldu. Kurulmasından yirmi gün sonra girdiği İstanbul’daki mebus seçiminde başarı göstermesi, İttihat ve Terakkiye karşı muhâlefetin güçlendiğini ortaya koydu. Meclis-i meb’ûsân’daki hâkimiyetin elinden çıkmakta olduğunu gören İttihat ve Terakki, kânûn-i esâsîde değişiklikler yaparak hükûmetin yetkilerini artırmak çabasına girdi. Hükûmetle meclis-i meb’ûsânın arası açılınca, meclisde güven oyu alamayan hükûmetler ard arda istifâ etmek zorunda kaldı. Bu bunalım sebebiyle meclis-i meb’ûsân feshedilerek tekrar seçime gitme karârı alındı. “Sopalı seçimler” diye bilinen ve İttihat ve Terakkinin çeşitli tedhiş hareket ve hîleleriyle yapılan 1912 seçimlerinde, çoğunluğu yine İttihat ve Terakki elde etti. Mecliste ekseriyeti elde eden İttihat ve Terakki, hükûmete kendi adamlarını getirmek sûretiyle baskıyı iyice arttırdı.
Muhâlefetin desteğiyle, ordu içinde İttihat ve Terakkiye karşı olan subaylar tarafından Halâskârân-ı Zâbitân Grubu kuruldu. Bu grub, hükûmete gizli tehdid ve baskılar yapınca, 16 Temmuz 1912’de Saîd Paşa sadrâzamlıktan istifâ etti. Bu sırada meydana gelen bâzı iç ve dış hâdiseler yüzünden yıpranan ve güçten düşen İttihat ve Terakki iktidâra tâlib olmayınca, 21 Temmuzda partilerüstü görünümde olan Gâzi Ahmed Muhtar Paşa hükûmeti kuruldu.
Aslında İttihat ve Terakkiye karşı bir tepki hükûmeti olan Gâzî Ahmed Muhtar Paşa hükûmeti, bu fırkaya karşı gittikçe sertleşti. Bir bahâneyle meclis-i meb’ûsânı feshettirdi. Bu sırada meclis dışında kalan İttihat ve Terakkinin tahrik ve teşvikleriyle yapılan gösterilerden sonra Balkan Harbi başladı. Ordunun siyâsete sokulması ve subayların İttihatçı-îtilâfçı olarak ikiye bölünmesi yüzünden Osmanlı ordusu Balkan Harbinde bütün cephelerde kısa zamanda yenilgiye uğradı. Osmanlı orduları ancak Çatalca hattında tutunabildiler. Kısa bir müddet sonra Gâzi Ahmed Muhtar Paşanın sadrâzamlıktan istifâ etmesi üzerine Kâmil Paşa hükûmeti kuruldu. Yeni hükûmet döneminde Balkan Harbinin felâketi netîceleri devâm etti. Kâmil Paşa hükûmetinin de aleyhinde propaganda yapan İttihat ve Terakki, normal yollardan iktidâra gelemeyeceğini anlayınca hükûmete karşı darbe plânladı. 23 Ocak 1913’de Bâbıâlî baskını diye bilinen kanlı bir baskın düzenleyerek iktidâra el koydu. Sadrâzam Kâmil Paşanın zorla istifâ ettirilmesi üzerine, İttihatçı olan Mahmûd Şevket Paşa sadârete getirildi. Her işte kendi bildiğine göre hareket eden Mahmûd Şevket Paşa da, 11 Haziran 1913’te İttihatçılar tarafından meçhul bir şekilde öldürtüldü. Mahmûd Şevket Paşanın ölümünden sonra Saîd Halîm Paşanın sadrâzam olmasıyla İttihat ve Terakki tam iktidar oldu. İttihat ve Terakkiye faal olarak bizzât hizmet eden Saîd Halim Paşa hükûmetinin bütün üyeleri İttihatçı idi. Saîd Halîm Paşanın 3 sene 7 ay ve 23 günlük ve bunun yerine gelen Talat Paşanın bir buçuk senelik sadâret zamanlarında memleket karmakarışık oldu. Herkes ölüm ve hapis korkusu içinde yaşadı. Can, mal ve nâmus emniyeti kalmadı. İslâm düşmanlığı moda olmaya başladı. Her vilâyette zâlimler, ırz düşmanları türedi.
1914 yılında yapılan seçimleri de kazanan İttihat ve Terakki, bir oldu bittiye getirilerek Osmanlı Devletini Harb-i Umûmî diye bilinen Birinci Dünyâ Harbine soktu. Hiçbir mecbûriyet yokken Talât, Enver ve Cemâl gibi İttihat ve Terakki paşalarının çeşitli hülyâlarıyla girilen savaş; Sina, Irak, Kafkasya ve Çanakkale cephelerinde devâm etti. 1914-1918 yılları arasında devâm eden Birinci Dünyâ Harbinde pekçok vatan toprağı elden gitti; yüz binlerce Müslüman-Türk evlâdı şehid düştü. Savaşın mağlûbiyetle sona ermesi üzerine, 8 Ekim 1918’de sadrâzam Talat Paşa istifâ etti. Yerine de Ahmed İzzet Paşa sadrâzamlığa getirildi. Böylece on seneden az bir zaman zarfında Sultan Abdülhamîd’den devr alınan üç kıtaya yayılmış altı yüz senelik koca bir imparatorluğu, korkunç bir ihtirâs ve cehâlet ile târihin sînesine gömen ve birinci derecede mesul olan İttihat ve Terakki, iktidardan uzaklaştı. Şahsî ihtirâs ve ikbâl için bir milleti harbe sokarak Müslüman-Türk evlatlarından en az iki milyon kişiyi cephelerde kar ve tipi altında veya kavurucu çöller ortasında çıplak, aç, susuz bırakarak şehid olmalarına sebeb olan İttihat ve Terakkinin ileri gelenleri, birkaç milyon kilometre kare olarak devraldıkları bir memleketi birkaç yüz bin kilometre kareye kadar küçülttüler. Bu küçük toprak parçasını da düşman çizmelerinin altında bırakarak kaçtılar. İlk olarak Enver, Talat ve Cemâl paşalar ile doktor Bahaaddîn Şâkir, doktor Nâzım, 30 Ekim 1918’de Mondros Mütârekesini imzâ ettikten bir gün sonra gece yarısı koca Osmanlı Devletini yıktıktan sonra, ihânetlerine bir yenisini ekliyerek kaçtılar.
Sultan Abdülhamîd Hanı tahttan indiren, Trablusgarb’ı İtalyanlara bırakan, çıkardığı kiliseler kânunuyla Balkanlardaki Hıristiyanların birlik kurmalarını sağlayan ve Balkanların Osmanlı Devletinden kopmasına sebeb olan, Bâbıâlî Baskınını düzenleyen ve milleti zulüm ve tedhiş ile idâre eden, Sarıkamış fâciâsında on binlerce Müslüman-Türkün canına kıyan, mecnûnâne bir hareketle Kanal Seferini açarak Filistin ve Sûriye’de Osmanlı ordusunun ve bu toprakların elden çıkmasına sebeb olan, dört senelik Birinci Dünyâ Harbi müddetince Anadolu’da halkı açlık, sussuzluk, yokluk içinde inleten İttihat ve Terakki ileri gelenlerinden Enver Paşa Türkistan’da, Talat Paşa Berlin’de, Cemâl Paşa da Tiflis’te, Ermeniler tarafından öldürüldüler.
İlk önce gizli bir cemiyet şeklinde kurulup, yurt içinde ve yurt dışında teşkilâtlanan, Abdülhamîd Hanı tahttan indirmek için Osmanlı ve İslâm düşmanlarıyla işbirliği yaparak komitacılık faaliyetlerinde bulunan İttihat ve Terakki, 1908 ile 1918 arasında yapılan seçimlerden 1908, 1912 ve 1914 senelerinde yapılan üç genel seçimi kazandı. İlk zamanlar Osmanlıcı ve İttihâd-ı Anâsırcı bir çizgi izlediği ve daha sonraki dönemlerde, bünyesinde Türk olmayanlara yer verdiği hâlde, Türkçü ve milliyetçi bir çizgi tâkib eder göründü. Doğrudan cemiyete âid ve bağlı gazeteler olarak Selânik’de çıkan İttihat ve Terakki, Hürriyet, Rumeli, İstanbul’da yayınlanan Tanin ileŞûrâ-yı Ümmet gazetelerinin yanında bağımsız fakat İttihat ve Terakkinin destekçisi hüviyetindeki Tasvîr-i Efkâr, Tercümân-ı Hakîkat gazeteleri ile fırkaya eğilimli İstiklâl, Hak, Hâdisât, Vakit gazeteleri yanında Kalem, Karagöz ve haftalık Şûrâ-yı Ümmet gibi mîzâh gazeteleri; Türkçülere âit yayın organlarından; Türk Yurdu, İslâm Mecmûası, Yeni Mecmûa İttihat ve Terakkinin fikirlerini desteklediler.
Talat, Saîd Halîm, Enver, Cemâl, Halil ve Nûri paşalar, Babanzâde İsmâil Hakkı, Seyid, Hacı Âdil, İsmâil Hakkı, Hüseyin Câhid (Yalçın), Ahmed Rızâ, Halil (Menteşe), Ziyâ (Gökalp), Midhat Şükrü (Bleda), Ömer Nâci, Ahmed Şükrü, Dr. Nâzım, Câvid, Bahaaddîn Şâkir, (Kara) Kemâl, (Küçük) Talat beyler ve Hâfız İbrâhim, Emrullah, Hayri, şeyhülislâm Mûsâ Kâzım efendilerle Emanoel Karaso ve Hallaçyan gibileri İttihat ve Terakkinin ileri gelen elemanlarındandı.
Cemiyet; kuruluş, teşkilâtlanma ve faaliyet bakımından farklı özellikler taşıyordu. Cemiyetin yöneticilerinin çoğu masondu. Cemiyeti yöneten merkez-i umûmî (genel merkez) üyesi yedi kişinin kimlikleri, meşrûtiyet îlân edildikten sonra bile açıklanmadı. Üyeler, masonların merâsimlerine benzer usûllerle cemiyete alınırdı. Rehber üyelerce tavsiye edilen ve uygun görülen kişiler, tahlif heyeti (yemîn kurulu) önünde yemin ederlerdi. Heyet başkanı, önce cemiyetin gâyesini, cemiyet üyeliğinin taşıdığı sorumluluğu aday üyeye anlatır, sonra merkez-i umûmînin hazırladığı yemîni okurdu. Aday üye, inandığı dînin kutsal kitabına, hançer ve tabanca üzerine el basarak yemini tekrarlardı. Cemiyete giren üye, teşkilâtın gâyesi uğruna gerektiğinde canını fedâya hazır olduğunu bu yeminle kabul ediyordu. Ayrıca cemiyetin vereceği özel görevleri yerine getirmek için fedâî şûbeleri kurulmuştu. Fedâîler görev sırasında öldükleri takdirde, cemiyet, âilelerine bakmayı taahhüt ediyordu. Cemiyetin amaçlarına aykırı hareket eden üyeler için merkez heyetleri, mahkeme gibi yargılama yaparlar ve suçluyu cezâlandırırlardı. Cinâyetten hüküm giyenler ölüm cezâsına çarptırılırdı.
On seneye yakın bir müddet iktidârda kalan, koskoca Osmanlı Devletinin yağma edilmesine sebeb olan İttihat ve Terakkinin son kongresi, birinci Dünyâ Harbinin mağlubiyetle bitmesinden sonra 14 Kasım 1918’de toplandı. Bu kongrede parti kendini feshederek, târihe karıştığını îlân etti. Bâzı İttihatçılar birleşerek Teceddüt Fırkasını kurdular. Resmî ve kânûnî olarak târihe karışan İttihat ve Terakkinin mensupları kendilerine yeni yollar aramaya devâm ettiler. Daha sonra İttihatçılara karşı sert tedbirler alındı. Kurulan Dîvân-ı Harb-i Örfî tarafından yargılandılar. Tevfik Paşa hükûmetince, İttihat ve Terakkinin mallarına el kondu. Bir kısım malları ise teceddüt fırkasına devredildi. Yurt dışına kaçanların gıyâben cezâlandırılmaları sırasında bir kısmı da mahkûm edilerek Bekirağa Bölüğüne hapsedildiler. Daha sonra da Malta’ya sürüldüler. İttihatçıların cemiyetleri yok oldu ise de, geride zihniyetleri kaldı. Halk düşmanlığı, bölücülük, jurnalcılık hastalıkları, İttihatçıların cemiyetimize adapte ettiği kötü örneklerden sâdece birkaçıdır.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 8:04 pm | |
| K, L
Kadı Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Gâzi, Selçuklu kânunlarına göre kazânın ve kazâ ile ilgili siyâseti yürütme işlerini müstakil kâdılara bırakmıştı. Osmanlı Devletinde kuruluşundan şer’î mahkemelerin kaldırılmasına kadar bu esasa uyuldu. Pâdişâhlardan Sultan Birinci Bayezid Han, Osmanlılarda kâdılık teşkilâtının nizâmını kurmuştur. Bu nizâma göre kâdıların nerede, nasıl vazîfe yapacakları, tâyin ve terfî işleri düzenlendi.
Tanzimat'tan az önce; hukuk, cezâ, ticâret ve diğer bütün dâvâlara kâdı huzûrunda bakılır, Osmanlı tebaasından bir kimse ile herhangi bir yabancı arasındaki dâvâlar da, tercüman vâsıtasıyla yine kâdı huzûrunda ve şer’iye mahkemelerinde görülürdü. Sonradan nizâmiye mahkemelerinin kurulması ile 1887 (H.1385) târihli kararla, şer’î mahkemelerin ve kâdıların fiilî selâhiyetleri daraltıldı. Çoğu dâvâlar şer’î mahkemeler yerine nizâmiye mahkemelerinde görülmeye başlandı. Osmanlı Devletinin son zamanlarında şeyhülislâm olan Hayri Ürgüplü de, kâdılara âit kânunlarda kendi anlayışına göre değişiklikler yaptı. Bundan kısa bir zaman sonra da, 8 Nisan 1921 (H.1340) târihli şer’î mahkemelerin kaldırılmasına dâir kânun ile şer’î mahkemelerin bütün vazîfeleri, asliye mahkemelerine devredilerek bu târihten îtibâren Türkiye’de kâdılık unvânına da son verildi.
Ülke nüfûsunun az olduğu devirlerde kâdılar, vatandaşlar arasındaki dâvâlara câmilerde bakarlardı. İlk mahkemeler câmilerdi. Sonraları insanlar çoğalınca, buna paralel olarak dâvâlar da arttı. Bu sebeple işin nezâketi icâbı dâvâların daha kolay ve daha çabuk çözülmesi için husûsî binâlar kirâlandı ve bu binâlarda kazâ işlerine bakıldı.
Kâdılarda aranan ehliyet şartları: Kâdılık mesleği, devletin amme nizâmını (kânun düzenini) koruyan temel unsur olduğundan, her önüne gelen kâdı olamazdı. Kâdılar, yüksek medrese ilimlerini okuduktan sonra, kendilerine icâzet (diploma) verilirdi. Bu diplomayı alanlar arasından uygun görülünler kazasker tarafından seçilerek sadrâzama arz edilir ve sadrâzamın tasdiki ile tâyinleri yapılırdı. Kâdı olacak kimsede aranan şartlar fıkıh kitaplarında bildirilmiş olup, Mecelle’nin 1792-1793 ve 1794. maddelerinde açıklanmıştır. Buna göre kâdı; hür, Müslüman, akıllı ve bâliğ olmalı, dînî meselelere ve muhâkeme usûllerine vâkıf olarak yeterli bilgiye sâhip, anlayışı kuvvetli, doğruluktan ayrılmayan güvenilir, vakarlı ve temkinli, sağlam, dayanıklı olmalıdır. Ayrıca hâkim (kâdı), iyiyi kötüden ayırabilecek temyiz kudretine sâhib olmalı, küçük, deli ve bunak, kör ve sağır olmamalıdır. Kazâ yâni hâdise ilmine hakkıyla vâkıf olmalıdır.
Kâdının bakamayacağı dâvâlar: İslâm hukûkuna göre, kâdılar kendileri için sû-i zanna, yâni hakkında kötü düşünmeye sebeb olmayan herkes hakkında hüküm vermek selâhiyetine sâhiptirler. Ancak kendilerinin yakın akrabâları meselâ babası, annesi ve çocukları vs. hakında hüküm veremezler. Kâdılar mahkemede taraflara eşit muâmele ile söz haklarını muhâfaza ve ispat külfetinin taraflardan hangisine düştüğünü tâyin etmekle mükelleftirler. Kâdıların, anlayış kudretini azaltan korku, hiddet, açlık ve susuzluk hâllerinde, hatâya düşmemek için, hüküm vermekten sakınmaları gerekliydi.
Kâdıya yasak olan şeyler: İslâm hukûkunda, kâdılık yüksek bir mevki ve mertebe kabul edildiği için kâdılardan zengin olanlarının, beytülmâldan (devlet hazînesinden) ücret alamayacakları bildirilmiştir. Yine zengin veya fakir hiçbir kâdının, dâvâya taraf olanlardan (dâvâcı ve dâvâlıdan) hediye kabul edemeyecekleri, bunların verdiği ziyâfetlere gidemeyecekleri beyân edilmiştir.
Hattâ kâdıların âriyet sûretiyle (bedelsiz kullanma) veya vâdeli, vâdesiz veresiye mal alamayacakları, ikrâz (borç verme) ve istikrâz (borç isteme) ve bunlara benzer tasarruflarda bulunamayacakları ve ticâret yapamayacakları belirtilmiştir.
Bir kazâya tâyin edilen kâdıya şer’î (dînî) hükümleri icrâya (uygulamaya) mezun olduğuna dâir pâdişâhın tuğrasını taşıyan bir “berât” verilir ve aynı zamanda bağlı olduğu kâdıaskerlerden de (kazaskerden) bir mühürlü mektup alarak vazîfesine giderdi.
Kâdıların vazîfeleri: Kâdıların bulundukları kazâ ve şehirlerde şer’î mahkemeler vardı. Kâdılar şer’i ve hükmî muâmelâtta kendilerine verilen beratlarda gösterilen vazîfeleri yaparlardı. Evleneceklere nikâh kıyma, mîras taksimi, yetim ve kaybolup bulunmuş malların muhâfazası, vâsî tâyin ve vasîliği sona erdirme, vasiyetlerin ve vakıfların şartlarına uyulmasının gözetilmesi, suç, cinâyet, cezâ, hukuk, ticâret vesâir bütün dâvâlar, kâdılar tarafından görülürdü. Ayrıca köylü ile askerî sınıf arasındaki arâzi ile ilgili ihtilâflar hükûmetin emriyle kâdılar tarafından görülür ve verilen hüküm hükûmete bildirilerek karârın infazı sağlanırdı.
Kâdıların şer’î olan hukûkî vazîfelerinden başka, idârî yönden pek mühim vazîfeleri vardı. Bu hususta hükûmetçe kendilerine fermân gönderilir, onlar da îcab eden cevâbı re’sen hükûmete arz ederlerdi. Kâdıların bulundukları şehir ve kasabaların inzibat görevi, mahallî ve askerî sınıfa bırakılmıştı. Zâhire ve amele tedâriki, hayvan sevki, menzil emirleri, asker toplanması, iktisâdî işler, mahallî râyice göre satılan eşyâlara narh konması, belediye işleri, yâni askerî inzibattan başka bütün devlet işlerinin temini kâdılara âitti. Bundan dolayı kâdılar selâhiyet bakımından devlet merkezine bağlı vazîfe sâhibiydiler.
Kâdılar bu geniş vazîfeleri dolayısıyla kendilerine gelen hüküm ve fermanları ve bunlara verilen cevapları ve gördükleri çeşitli dâvâlara dâir verdikleri hükümleri kayıt için “sicil”adı verilen kayıt defterleri tutarlardı. Bugün sâdece Türkiye’de müze ve kütüphânelerde bu sicil defterlerinden çeşitli sebeplerle zâyi olan ve yananlardan geriye kalıp muhâfaza olunanlar yüzbinleri geçer. Şimdi bu sicil defterlerinin tozlu yaprakları arasında yüzyılların birikintisi koskocaman bir adâlet târihi yatmaktadır.
Kâdı nâibleri ve kassâmlar: Kâdıların vazîfeleri çok geniş olduğundan işlerin görülmesinde kâdılara yardım eden kimseler vardı. Bunlara “nâib” ve “kassâm” denirdi. Nâib, vekil demekti. Mahkeme-i şer’îlerde kâdılar nâmına muhtelif hizmetlerde vazîfe gören nâibler vardı. Nâibin bir veya birkaç olması kâdının tâyin edildiği kazânın büyük ve küçük olmasına, yapacağı işin geniş olup olmamasına bağlıydı. Bundan dolayı kazâ, sancak ve eyâlet kâdılarının nâibleri ona göreydi. Nâibler vazîfelerinin mâhiyetine göre kazâ nâibleri, kâdı nâibleri, mevâli nâibleri (büyük şehir kâdılarının nâibleri), kapı ve ayak nâibleri (bunlar çarşı pazar ve seyyar esnâfı kontrol ederlerdi) ile arpalık nâibleri idi. “Arpalık” vezir, beylerbeyi ve sancak beyleri gibi askerî sınıf ile ilmiye sınıfından şeyhülislâm, kazasker ve büyük kâdılara geçinmeleri için tahsis olunan geçici-tekâütlük-emeklilik maaşına denirdi.
Kassâmlar, vefât etmiş olan bir kimsenin terekesini (mîrâsını) vârisleri arasında taksim eden şer’î memurlardı. Bunlar iki kısımdı: Birincisi kazasker kassâmları olup bunlar askerî sınıfa mensup kimselerin verâset işlerine bakarlardı. İkincisi mahallin kâdılığında yâni şer’î mahkemelerde bulunan kassâmlardı. Bunlar da halk arasındaki verâset işlerine ve tereke taksîmine bakarlardı.
Ayrıca her eyâlet ve sancakta, kazâ kâdılarından başka toprak kâdıları da vardı. Toprak kâdıları, seyyâr kâdılıktı. Gerek devlet merkezinde ve gerek eyâletlerden tahkîkâtı îcâb eden bir iş, toprak kâdıları vâsıtasıyla tahkik ve teftiş olunurdu. Köylüler sancakbeyi, alaybeyi, subaşı, zeâmet, timar sâhipleri tarafından herhangi bir haksızlığa uğrayınca, şikâyetlerini, eyâlet ve sancak kâdıları ile Dîvân-ı Hümâyûna yaparlardı. Bunların tahkikâtlarını yapıp, îcâb ederse kendilerine verilen emirlerle bu dâvâlara da toprak kâdıları bakardı.
Köylülerin şikâyetleri yine köylü ile olduğu gibi, timarlı sipâhîlerin de köylülere yaptıkları haksız muâmeleler, kânuna aykırı hareketler olabilirdi. Bu durumda sipâhînin imtiyazına bakılmayarak, îcâbında onların da tevkif ve hapislerine dâir vâlilere ferman gönderilirdi.
Diğer bâzı gizli teşekküllerin tahkiki de toprak kâdılarına havâle olunurdu. Toprak kâdıları ayrıca muhârebe zamanlarında ve fevkalâde hâllerde memleket inzibatı (âsâyişi) ile alâkadâr olanlarla berâber hizmet görürlerdi.
Bu kâdılardan başka bir de “ordu kâdılığı” vardı. Pâdişâhlar, sefere gittikleri zamanlarda askerî sınıfların kâdıları olan Rumeli ve Anadolu kazaskerleri de ordu ile berâber giderek kendilerine âit şer’î işleri görürlerdi. Pâdişâhlar, sefere çıkmadıklarında vezîriâzamlar, sefere serdâr-ı ekrem (başkumandan) olarak giderler, kazaskerler ise pâdişâhla berâber kalır ve bunlara vekâleten ordu kâdısı ismiyle “mevâli” denilen büyük kâdıların emeklilerinden mâlumât îtibâriyle değerlisi tâyin olunurdu. Buna şeyhülislâm konağında, kazaskerlere yapıldığı gibi, merâsimle tâyin beratı verilerek elbise giydirilir ve tâyini kendisine fermanla bildirilirdi.
Ordu kâdılığı, hem vazîfesi ve hem de meşakkat ve mahrûmiyeti bakımından ağır bir iş olduğundan bu hizmette bulunanlar değiştirildikleri zaman derecelerinden daha yükseğine tâyin edilirler ve Harameyn, yâni Mekke-Medîne kâdısı olurlardı. Kara ordusu kâdısından başka, donanmaya (deniz kuvvetlerine) tâyin edilen kâdıya da “ordu kâdısı” denilirdi. Bu tâyini Rumeli kazaskeri yapardı.
Derece îtibâriyle en önemli kâdılıklar, öncelik sırasıyla, İstanbul, Mekke-Medîne, Edirne, Bursa, Eyüp kâdılıklarıydı. Geri kalan kâdılıklar da yine sıraya tâbiydi.
İstanbul, dört kâdılık bölgesine ayrılmıştı. Sur içi, İstanbul kâdılığının bölgesiydi. Eyüp kâdılığı, Çekmeceler, Çatalca ve Silivri kazâsını ve çevrelerini içine alıyordu. Üsküdar kâdılığı, İstanbul’un Anadolu yakasıydı. Galata kâdılığı da, Beyoğlu yakasını içine alıyordu.
İstanbul kâdısının çok önemli vazîfeleri vardı. Bunlardan başlıcaları şunlardı: Kalpazanların kontrolleri, paranın alım gücünün korunması, su işleri, hamalların nizâmı, fuhuş yasaklarına uyulup uyulmadığının kontrolü, içki-kumar yasaklarına uymanın sağlanması, yangınlar için tedbir alınması, kaldırımların tâmiri, vâsıtaların kontrolü, İstanbul’un sağlık işleriyle ilâç, doktor ve cerrahların teftişleri, amele ücretlerinin kontrolü, narhtan fazlaya satılan eşyâdan dolayı yapılan şikâyetlerin tetkiki, İstanbul’a yiyecek, içecek ve giyeceklerin ne sûretle dağıtılacağı, et narhına dikkat edilmesi, esnafın kontrolü, odun ve kömürün narha göre satılması, ayakkabıların nizâma göre yapılması, dilenciliğin men’i, hırsızlara karşı tedbir alınması, mahallelerde kefilsiz olarak hiç kimsenin oturmaması, ev inşâsında dikkat edilecek şeyler, mîrî (Devlet) îmâlâthânesinden başka yerde silâh yapılmaması, İstanbul tarafına gelen gemi ve kayıkların muayyen yerlerinden başka yerlere yanaştırılmaması, bir muhârebe esnâsında kapıkulu ocaklarıyla birlikte sefere gidecek orducu esnâfının tesbiti ve zamânı gelince sevkleri, yasak eşyânın memleket dışına çıkarılmaması, şâyet özel olarak yabancı memleketlere eşyâ çıkarılacak olursa, bunun memleket ihtiyâcına zarar vermiyecekse ihrâcına müsâade edilmesi, halkın sıkıntı çekmemesi için İstanbul’un gıdâ maddelerinin stoku için önceden tedbir alınması idi.
Kâdı bunların bir kısmını doğrudan doğruya kendisi görür ve nâiblerine (yardımcılarına) gördürürdü. Bir kısmını da diğer alâkâdar olanlarla işbirliği yaparak hallederdi. Meselâ İstanbul’daki binâ işleri mîmarbaşının; sağlık işleri, doktorların ve hastânelerin kontrolleri hekimbaşının vazîfeleri cümlesindendi.
İslâmiyetin kâdılığa verdiği önemi ve kâdıların nasıl hareket etmesi gerektiğini belirtmesi bakımından hazret-i Ömer’in Basra kâdısı bulunan Ebû Mûsâ el-Eş’arî hazretlerine yazdığı mektup, meşhurdur. Bu mektuba, taşıdığı yüksek hükümler bakımından Kitâbüs-Siyâse ünvânı verilmiştir. Mektubun tercümesi şöyledir:
“Kazâ, dâvâları hâllederek sonuçlandırmaktır. Değiştirilerek bozulması câiz olmayan bir farzdır ve uyulması îcâb eden bir sünnettir.
Bir hâdise hakkında sana başvurulunca, iki tarafın sözlerini güzelce dinle, anla, bir hak ikrâr ve îtirâf edilince, hükme bağla ve infâz et. Çünkü infâz edilmeyecek olan bir hak sözün sâdece söylenmesi fayda vermez.
Meclisinde ve adâlet huzûrunda insanları eşit tut. Tâ ki mevki sâhipleri senden taraf tutuculuk ümidine düşmesinler, zayıflar da adâletinden üzüntülü, kalpleri kırık olmasınlar.
Beyyine (her türlü delil ve ispat vâsıtaları) ve şâhit dinletme dâvâcıya, yemin etmek de dâvâyı inkâr edene (dâvâlıya) âittir. Yâni dâvâcı şâhit bulamazsa, isteği üzerine dâvâlıya yemin teklif edilir.
Müslümanların arasında sulh yapılması câizdir. Ancak haramı helâl, helâlı haram kılacak bir sulh câiz değildir.
Dünkü gün vermiş olduğun bir hüküm, nefsine mürâcaatla, haklılığa, doğruluğa yol bulduğun takdirde, seni hakka dönmekten men etmesin. Yâni ictihâdın değişerek evvelce verdiğin bir hükümde isâbetsizliğine kanaat getirirsen, o hüküm, benzeri bir hâdise hakkında yeni ictihâdına göre hüküm vermekliğine mâni olmasın. Çünkü hak kadîmdir. Hakka dönmek, bâtılda ısrar etmekten hayırlıdır.
Kalbini çalıştırıp, hükümlerini Kur’ân-ı kerîm’de, sünnette bulamadığın meseleler hakkında güzelce düşün; sonra bu gibi şeylerin benzerini bul, bunları birbiriyle kıyas et. Bunlardan Hak teâlâya daha sevimli, daha yakın ve hakka, doğruya benzer olanı seç al.
Dâvâcıya, her türlü delil ve ispat vâsıtalarını, şâhitlerini bulacak kadar bir müddet ver. Bu müddet içinde her türlü delil ve ispat vâsıtalarını hazırlarsa ve ispatını yaparsa, hakkını alır; ispat edemezse aleyhine hüküm verilmesi îcâb eder. Böyle bir müddet verilmesi, mâzeret husûsunda kâdı için bir özürdür. Bu tarz hareket etme şüpheyi de yok eder.
Bütün Müslümanlar, birbiri hakkında âdildirler. Kazf’tan (zinâ isnadı) dolayı had cezâsı tatbik edilmiş olan, yâhut yakınlık ve akrabâlık sebebiyle kendisinden menfaat umulan, mâzeretleri yok etmesi şüphe edilen veyâhut yalan yere şâhitlikte bulundukları tecrübe ile anlaşılan kişiler müstesnâ, bunlardan başkasının şâhitlikleri kabul olunur. Çünkü Hak teâlâ sizi gizli işlerinizden men etmiş, her türlü delil ve ispat vâsıtaları sebebiyle sizden mesûliyeti kaldırmıştır. Yâni insanların gizli şeylerini araştırıp ona göre hüküm vermekle mükellef değilsiniz. Sizin yapacağınız şey, ispat ve delil vâsıtalarına göre hüküm vermektir. Dünyevî hükümler, zâhire, görünene göredir. Bunlarda gizliler, açık olanlara tâbidir. Uhrevî hükümlerde ise, gizliler asıldır. Görünenler gizli olanlara tâbidir.
Muhâkeme esnâsında, Allahü teâlânın kendisiyle sevap vereceği ve ebedî mükâfât ihsân buyuracağı hak mevkilerinde kızmaktan, sabırsızlıktan, kalp ızdırabından ve eziklik, bıkkınlık duymaktan kaçın! Yâni mahkemeyi sabrederek ağırbaşlılıkla yürüt.
Her kim niyetini kendisiyle Allahü teâlâ arasında hâlis kılarsa, hak uğruna kendi aleyhine de olsa, Hak teâlâ onun, zâtıyla insanlar arasındaki işlerine kifâyet eder, yâni onu korur, vereceği hükümden dolayı bir tehlikeye mâruz kalmaz.
Herhangi bir kimse, meselâ hâkim, hilâfını (gerçeğe aykırılığını) Allahü teâlânın bildiği bir sıfatla; yâni kendisinde gerçekten bulunmayan bir fazîletle, bir hâlis niyet ve samîmiyetle insanlara karşı sûret-i haktan görünerek, iyi niyeti bozacak olursa, Allahü teâlâ onu, insanlar arasında rezil eder. Diğerlerini etmez.
Hak teâlânın dünyâda rızkından ve rahmetinin hazînelerinden ihsân buyuracağı mükâfat hakkında ne düşünüyorsun? Yâni bunun derecesi sonsuzdur. Ona göre hareket et. Hükmünde Hak’tan ayrılma. Mükâfatını cenâb-ı Hak’tan bekle.”
Adâletle hüküm verme hakkında Kur’ân-ı kerîm’de meâlen şöyle buyrulmuştur.
Ey Resûlüm! Sana da bu hak kitâbı (Kur’ân-ı kerîmi), kendinden önceki kitapları hem tasdik edici, hem onlar üzerine bir şâhid olarak indirdik. O hâlde sen, Ehl-i kitab arasında Allah’ın sana gönderdiği hükümlerle hüküm ver. Sana gelen bu haktan ayrılıp da onların arzûları arkasından gitme. (Mâide sûresi: 48)
Ey îmân edenler! Allahü teâlâya ve O’nun resûlüne ve sizden olan idârecilere itâat ediniz. Sonra bir şey hakkında anlaşamazsanız, eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, bu işin hükmünü Allah’tan ve Resûlullah’tan anlayınız. Bu, hem hayırlı, hem de netîce bakımından daha güzeldir. (Nisâ sûresi: 59)
Adâletle hüküm verme ve kâdılığın önemi hakkında, Peygamber efendimizin hadîs-i şerîflerinden bâzıları da şunlardır:
Kâdılar üç kısımdır: Biri Cennette, ikisi Cehennemdedir. Hakkı bilenve ona göre hüküm veren kâdı Cennettedir. Hakkı bilen fakat ona göre hüküm vermeyen kâdı Cehennemdedir. Bilmediği hâlde hüküm veren kâdı da Cehennemdedir.
Kâdı yerine oturunca, onun yanına iki melek iner ve zulmetmedikçe ona yol gösterirler. Onu muvaffak kılmaya çalışırlar. Eğer zulmederse, oradan ayrılıp onu kendi hâline bırakırlar.
Dâvâcı ve dâvâlı karşısında oturunca, her ikisini de dinlemeden karar verme. Sence hakîkatın meydana çıkması için bu daha uygundur.
Siz dâvâcı-dâvâlı olarak bana geliyorsunuz. Ben de insanım. Biriniz delîlini diğerinden daha güzel ifâde edebilir. Ben aranızda sizden duyduğuma göre hüküm veriyorum. Her kim için, kardeşinin hakkı olan bir şeye hükmedersem onu almasın. Çünkü bu, ateşten bir parçadır. Kıyâmet günü, boynunda o ateşle gelir.
Kapıkulu Ocakları Eski Türk devletlerinde hâkana bağlı askerî teşkilât. Orta Asya Türk devletlerinde doğrudan hâkana bağlı merkezî ordu olup, Büyük Selçuklu Devletinde “gulâmân-ı saray” denirdi. Memlûk Devletinde de mevcud olan teşkilât, Osmanlı Devletine Türkiye Selçuklularından geçmiştir. Osmanlı sultânının şahsına bağlı kapıkulu ocakları, 14. yüzyıldan 19. yüzyıla kadar bütün müesseseleri ile teşkilâtlanarak muazzam bir askerî güç meydana getirmiştir. Bu sınıfın muhârebelerde ve barış zamânında, emniyet tesisinde önemli hizmetleri olmuştur.
Osmanlı Devletinin ordusu, Osman Gâzi (1281-1326) devrinde Türk atlı aşîret kuvvetlerine dayanıyordu. Orhan Gâzi (1326-1359) devrinde, düzenli bir muvazzaf yaya ve süvârî kuvveti kurularak fetihler yaygınlaştırıldı. Abdalân-ı rûm, âhiyân-ı rum, bacıyân-ı rum gönüllüleri gazâlara katıldıkları gibi, azap, canbaz, cerahor, garip adlarıyla anılan dâimî ve seferî kuvvetler de muhârebeye iştirâk ederlerdi. Fetihlerin Rumeli ve Anadolu’da yaygınlaşmasıyla yaya (piyâde) ve müsellem (süvârî) teşkilâtına ilâveten Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr (1359-1389) devrinde, Selçuklular ve Memlûklerde olduğu gibi, dâimî ve maaşlı bir yaya ve süvâri ordusu kurulmak sûretiyle yeniçeri, cebeci ve sipâhî denilen kapıkulu ocakları meydana getirildi. Ayrıca, yeniçeri, cebeci, topçu ocakları ve diğer hizmetler için esir ve devşirme Hıristiyan çocuklarının yetiştirildiği acemi ocağı da kuruldu (Bkz. Acemi Ocağı). Dâimî ve maaşlı kapıkulu ocaklarının kuruluşuyla ilk muvazzaf kuvvetleri teşkil eden yaya müsellemler, merkezî ordunun geri hizmetlerine verildiler.
Kapıkulu ocakları, piyâde ve süvârî olmak üzere iki gruba ayrılırdı. Piyâde kısmının en önemlisi “yeniçeri ocağı”dır (Bkz.Yeniçeri Ocağı). Yüz doksan altı orta ve bölük olan yeniçeri ocağı, ağa bölükleri, cemâat ve sekban diye üç kısımdan meydana geliyordu. Altmış beşinci cemâat ortası olan sekbanlar otuz dört orta olup, Sultân Murâd-ı Hüdâvendigâr devrinde kuruldu (Bkz. Sekban). Fâtih Sultan Mehmed Han (1451-1481) devrinde yeniçeriler içine alınan sekbanlar; piyâde ve süvâri olmak üzere iki kısımdı. Sekban bölüklerinin en îtibârlısı otuz üçüncüsü olup buna, “avcı bölüğü” denirdi. Ağa bölükleri, Sultan İkinci Bâyezîd (1481-1512) devrinde, yeniçerilerin itâatsizlikleri üzerine, içlerindeki devşirmelerden seçilerek kuruldu. Bunlar altmış bir bölükten meydana geliyordu.
Kapıkullarından cebeci ocağının vazîfesi, harp silâh ve levâzımatını temin edip muhâfazasını sağlamak ve cepheye taşımaktı(Bkz. Cebeci Ocağı). Topçu Ocağı, kapıkulunun yaya kısmına dâhil olup, top dökmek ve muhârebede top kullanmak üzere iki kısımdı. On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda devrin en iyi ateşli silâhlarına sâhip Osmanlı Türklerinde zaferlerin kazanılmasında topçu ocağının büyük payı olmuştur. Büyük topları seferlerde taşımaları için top arabacıları ocağı kuruldu. Ateşli silâhlardan olan humbarayı yapmak ve muhârebelerde kullanmak humbaracı ocağının vazîfesiydi. Bu ocak, cebeci, tımarlı ve topçu olmak üzere üç kısma ayrılırdı. Muhârebe zamânında kuşatılan kaleleri yıkmak için lağım yapmak ve atmak lağımcı ocağının vazîfesiydi. (Bkz. Lağımcı Ocağı)
Kapıkulu ocaklarının subayları rütbe sırasıyla; yeniçeri ağası, yeniçeri kâtibi, ocak kethüdâsı, turnacıbaşı, başyayabaşı, muhzır ağa ve başçavuş idi. Daha sonra sekban ortalarının katılmasıyla sekbanbaşı, yeniçeri ağasından sonra kapıkulu ocağının ikinci kumandanı oldu. On beşinci yüzyıldan sonra kul kethüdâsı ile başyayabaşı arasında rütbe olarak turnacıbaşı, saksoncubaşı, zağarcıbaşı, dört ocak hasekisi, on altıncı yüzyılda ise devecibaşı girdi. Ocağın diğer yüksek rütbeli subayları da; başbölükbaşı, kethüdâbey ve cemâat bölükbaşılarından ibâretti.
Kapıkulu piyâdeleri sulh zamânında, belli günlerde yeniçeri ağasıyla berâber şehrin inzibâtını temin için dolaşırlardı. Bundan başka dört yayabaşı (çorbacı), dört bölükbaşı cumâ gecesi hâriç her gün İstanbul’da kol gezerler ve suçluları cezâlandırmak üzere Ağakapısı’na götürürlerdi. Çorbacıların hergün kola çıkmalarına “sıra kolu” denilirdi. İstanbul’un kale kapılarını açıp, kapamak vazifesi kapıkulu piyâdelerine aitti.
Kapıkulu süvârileri, İstanbul’da devlet hazînesinden maaş alan dâimî süvârî kuvvetleridir. Sultan Murâd-ı Hüdâvendigâr devrinde kuruldu. Önceleri sipâh ve silâhdâr bölüklerinden meydana gelen kapıkulu süvârîlerine sonra ulûfeciyân-ı yemîn (sağ) ve yesâr (sol); gurabâ-i yemîn (sağ) ve yesâr (sol) ilâve edilerek altı bölük olarak teşkilâtlandırıldı. Her bölüğün ayrı bölükağası, kethüdâ, kethüdâyeri, kâtip, kalfa, başçavuş rütbelerinde subayları vardı(Bkz. Kapıkulu Süvarileri).
Hizmetleri dolayısıyla on yedinci yüzyılın sonlarına kadar hayli îtibârlı olan süvârî bölükleri, Sultan Dördüncü Murâd Han (1623-1640) ve Vezîriâzam Köprülü Mehmed Paşanın devrinde çıkan sipâhî isyânları sebebiyle eski îtibârlarını kaybettiler. İkinci Mahmûd Han (1807-1839) devrinde, 1826 târihinde yeniçeri ocağı lağv edilince, kapıkulu süvârîleri de kaldırıldı ve diğer ocaklar gibi yeni tarzda süvâri bölükleri kuruldu.
Üç kıtaya hâkim olan Osmanlı Devletinin fetihlerle genişlemesinde büyük hizmeti olan kapıkulu ocağı, devrinde teşkilâtlı en muazzam ordu idi. Zamânın ihtiyâcına göre takviye ve islâh edildi. On dördüncü yüzyılda ok, yay, kılıç, mızrak, topuz, balta, pala, mancınık, zemberek gibi silahları kullanan kapıkulu ocağına, daha sonraki yüzyıllarda tüfek ve top da verildi. İki buçuk yüzyıla yakın bir zaman boyunca devamlı yenilenerek ilerleyip, kuvvetlenen teşkilât sâyesinde Osmanlı Devleti, her giriştiği işte muvaffak oldu. Sultânın hassa kuvvetlerini teşkil ettikleri ve dâimî sûrette hâkanın yanında bulundukları için îtibârları fazlaydı. Kapıkulu ocaklarının maaşları, levâzım eşyâları devlet tarafından karşılanıp, terfî ve mükâfâtlandırmanın yanında, disiplinsizlikleri hâlinde de çeşitli cezâ usûlleri tatbik edilirdi.
Sefere giden pâdişâhı kapıkulları ortalarına alıp muhâfaza ederler, ona karşı bağlılıklarını gösterirler ve ordunun muvaffakiyetinde büyük hizmetleri geçerdi. Osmanlı sultanları baş kumandan sıfatıyla orduda bulundukça, kapıkulu ocakları, bâzı tahrikler dışında, tam bir intizâm içinde hareket etmişlerdir. Ancak sultânı başlarında göremeyince, başta yeniçeriler olmak üzere, sürtüşmeleri başladı. On yedinci yüzyılda başlayan disiplinsizlikleri, teşkilâta tâlimsiz yabancıların alınması, aslî vazîfelerini ihmâlleri, ve bâzı tahrikler netîcesinde intizamsızlık ve kânunsuzlukları arttı. Ufak-tefek ıslâh çalışmalarının işe yaramayacağı anlaşılınca, “Vak’a-i Hayriye” ile 1826 yılında, kapıkulu ocakları bütünüyle lağvedildi. Osmanlı ordusu yeni ve modern bir teşkilâtla yeniden kuruldu.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 8:06 pm | |
| Kapıkulu Süvarileri Osmanlı Devletinde dâimî orduyu teşkil eden kapıkullarının süvâri kısmı.
Kapıkulu süvârileri; yeniçeriler ve bostancılar arasında hizmet görmüş olanlarla Enderûn ve Enderûn’a eleman yetiştiren Edirne, Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa sarayları gibi yerlerden içoğlanları ve büyük fedâkarlığı görülen garib yiğitlerden alınan fertlerle vücûda getirilmiş bir sınıftı. Bunlar yeniçeriler ve diğer piyâde sınıfları gibi maaşlıydı. Timarlı sipâhîlerden ayırmak için kendilerine bölük halkı da denirdi. Sonraları yalnız sipâhî demekle kapıkulu süvârisi kastedildi.
Kapıkulu süvârî ocağına nefer alınmasına “bölüğe çıkmak” denirdi. Altı bölük olan kapıkulu süvârî ocağına, gerek saraylardan, gerek yeniçeri ocağından geçenlere bir hayvan veya hayvan parasıyla berâber yay ve ok akçesi adıyla bir mikdâr para verilirdi.
Murâd-ı Hüdâvendigâr zamânında kurulan kapıkulu süvârîleri; başlangıçta sipâhî ve silahdâr olmak üzere ikiye ayrılıyordu. Bu iki kısım süvârîden sonra derece derece aşağıya doğru ulûfeciyân-ı yemîn (sağ ulûfeciler) ve ulûfeciyân-ı yesâr (sol ulûfeciler) ve gurebâ-i yemîn (sağ garibler) ve gurebâ-i yesâr (sol garibler) isimleriyle 15. asır ortalarına doğru dört kısım kapıkulu süvârîsi daha kuruldu ve süvârîlerin hepsi altı bölüğe tamamlandı. Kapıkulu süvârisînden her bölüğün ayrı ayrı vazifesi vardı.
Sipah bölüğü: Süvârî ocağının kırmızı da denilen en mümtâz ve îtibârlı bölüğü. İlk devirlerde devlet ve millet yarârına faydalı hizmette bulunmuş olan nüfûz sâhibi kimselerin çocukları bu bölüğe alınırdı. Bunlar sulh zamanlarında cizye, resm-i gazem, mukâtaa gibi mîrî malların tahsîlinde görevlendirilirler ve ekseriyâ üzerlerine hünkâr içoğlanlarından biri ağa tâyin olunarak tahsilâta giderlerdi. On yedinci asırda kendilerine tevliyet (mütevellîklik), voyvodalık ve daha başka hizmetler verildi.
Sipah bölüğü, pâdişâhların câmiye çıkışlarında ve sefere hareketlerinde, ikişer ikişer sağ tarafında yürürlerdi. Harp sâhasında ise ordu merkezinin sağ tarafındaki saltanat bayrakları altında ve bâzan da hükümdârın arka tarafında dururlardı. Sefere giderken ordunun geçeceği yerlere sancak tepesi denilen tepeler kurup güzergâhı tesbit etmekle vazifeliydiler. Muhârebe meydanında çadırlarını hükümdâr otağının sağında kurarlar gece otağ-ı hümâyûnun korunmasını silahdâr bölüğüyle münâvebeli olarak yaparlardı.
Sipâhiler üç yüz bölükten meydana geliyordu. On yedinci asrın ilk yarısında her bölükte yirmi-otuz kişi ile bir de bölükbaşı bulunurdu. Efrâd, on altıncı asır sonlarında on beşden otuz akçeye kadar değişen yevmiye alırlardı. Bölükbaşılarının yevmiyesi ise kırk akçe idi.
Silahdâr bölüğü: Sarı da denilen bu bölük, Osmanlı Devletinde kapıkulu süvârîlerinin ilk teşkil edilen bölüğüdür. Bu bölüğe başlangıçta harem-i hümâyûndan çıkan içoğlanlarından, sonradan da Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa ve Edirne saraylarından çıkanlardan ve “veledeş” denilen süvârî çocuklarından efrâd alındı. Sipah bölüğünün kurulmasından sonra, silahdâr bölüğünün ehemmiyeti ikinci dereceye düşmüştür.
Fâtih Sultan Mehmed Han zamânına kadar beş bölük olan silahdârlar, alaylarda pâdişâhın arkasında yürürler, aşağı bölükler de bunların etrâfında giderlerdi. Sefere gidilirken askerin geçeceği yolların açılıp temizlenmesi silâhdârlara âitti. Bunun için bir mikdâr neferle kethüdâları veya çavuşları bu işe memur edilirdi. Silâhdârlar yolları açarlar, köprüleri tâmir ettirirler, geçilmesi zor bataklıkları temizlettirirler, bunun için de yerli halkı ücret karşılığı bu hizmetlerde çalıştırırlardı. Pâdişâh sefere çıktığında birkaç milde bir, yolun her iki; vezîriâzam serdâr olduğu zaman ise sâdece sol tarafa sancak tepeleri ihdâs etmek bunların görevleri arasındaydı. Yol açma hizmetlerinden başka tuğculuk, yedekçilik (pâdişâhın yedek atlarının götürülmesi), buçukçuluk (pâdişâhın câmiye çıkışında fakirlere sadaka dağıtılması) gibi vazifeler de bu bölüğe verilmişti.
İki yüz altmış ortaya ayrılan silâhdâr bölüğü, seferdeki gibi, câmiye çıkışlarda da pâdişâhın sol tarafında yürürler, harp sahasında ise saltanat sancaklarının sol yanında ve bâzan pâdişâhın arkasında bulunurlardı.
Gerek sipâh, gerekse silâhdarların başlarında büyük zâbit olarak silâhdâr ağasından başka; kethüdâ, kethüdâ yeri, başçavuş ve kâtipleri vardı.
Ulûfeciyân-ı yemîn ve yesâr bölükleri: Bâzan orta bölükler de denilen iki bölükten birincisine yeşil ismi verilirdi. Sağ ulûfeciler yüz yirmi bölüğe ayrılmışlardı. Sarılı beyaz taşıyan sol ulûfeciler ise yüz bölüktü. Sağ ulûfeciler seferde pâdişahın sağında yürüyen sipah bölüğünün sağında; sol ulûfeciler de solunda yürüyen silahdârların solunda yürürlerdi. Harp meydanında ve ordunun konak yerinde ise, pâdişâh sancağının biri sağında, diğeri solunda dururlardı. Hazîneyi korumak bunların görevleri arasındaydı. Bu iki bölükten dördü sağ, üçü de sol ulûfecilerden olmak üzere yedi kişi, subaşı ismiyle bölük subaşılığına tâyin edilirlerdi.
Ulûfeci bölüklerine alınan efrâdın hepsi Galatasaray, İbrâhim Paşa, İskender Paşa ve Edirne saraylarından çıkmış olmayıp, bunlara ek olarak orduda, devlet adamları hizmetinde ve kumandanlar maiyetinde bulunarak, muhârebelerde yararlıkları görülen efrâd, ekseriyeti teşkil ederdi. “Veledeş” denilen süvârî evlâdının ulûfecilere de verildiği olurdu. Tehlikeli zamanlarda kendilerine hizmet teklif edilenlerin, hayatlarını tehlikeye koyup o hizmeti îfâ şartıyla bölüğe kaydedilmeleri de kânûn emriydi.
Ulûfeciler arasından üç ihtiyâr süvârî “otağçı” ismiyle, eski ve satılması îcâb eden otağları satmak vazîfesiyle mükelleftiler. Hükümdâra ve hazîneye âit otağları bunlardan başkası satamazdı. Bu üç süvârinin biri emin, biri kâtip, biri de nâzır olurdu.
Gurebâ-i yemîn ve yesâr bölükleri: Sağ garibler ve sol garibler denilen bu bölüklere, “aşağı bölükler” de denirdi. Bir kısmı diğer bölükler gibi saraylardan alınırken, ekserîsi Türk, Acem ve sâir memleketlerden gelen veya Müslüman ve muhârebe meydanlarında çok tehlikeli işlerde muvaffak olmuşlardan teşkil edilirdi.
Sefer esnâsında merkez kolunda her gece otağ ve ağırlıkları muhâfaza ederlerdi. Harp esnâsında en mühim vazîfeleri, sancak-ı şerîfin muhâfazası idi. Bunun için sancak-ı şerîfin konulduğu çadırın etrâfını karargâh yaparlardı. Sancak-ı şerîfin ordu ile bulunmadığı devirlerde, yâni Yavuz Sultan Selîm Handan önce, pâdişâhın sancaklarını bunlar korurlardı. Ordugâha odun naklini temin etmek de görevleri arasındaydı.
Sağ ve sol garibler ayrı ayrı yüzer bölüğe ayrılmışlardı. Sağ gariblerin bayrakları sarı ile beyaz, sol gariblerinki ise yeşil ve beyaz renklerden meydana geliyordu.
Gurebâ bölükler efrâdı sonuna kadar bölüklerinde kalmayıp, ocakta ağa değiştiği, bir aşağı bölük ağası bir derece terfi ile yukarı bölüğe ağa olduğu zaman, bu bölüklerden muayyen mikdar efrâd da bir yukarı bölüğe terfî ettirilirdi.
Kapıkulu süvârîlerinin silâhları, bir pala ve bir mızrakla, “gaddâre” denilen ve eyerin kaşına asılı olan bir kılıçtan ibâretti. Bunlar meşakkate dayanıklı ve atik olan Anadolu atlarına binerlerdi. Harpte iki derin hat üzerine nizâm alır, değişmeli olarak düşmana hücûm ederlerdi. Her süvârî sefere bir de yedek at götürmek mecbûriyetindeydi.
Sipâhî ocaklarına kaydolunacaklar hakkında “hat” denilen pâdişâhın tahrîrî irâdesi çıkardı. Bu ocağa gireceklerin ismi evvelâ “mukâbeleci” denilen mâliye memuru defterine kaydedilir. Mukâbeleci, ocaktaki mahlûlleri her ulûfe zamânında bir deftere yazarak vezîriâzama bildirir, o da hükümdâra arz ederdi.
Vezîriâzamın huzûrunda ulûfelerini alacak süvârîler, maaşlarını alırken, “iptida” denilen askerî hüviyetlerini gösterirlerdi. Bu hüviyetlerde, her neferin künyesi, eşkâli ve ulûfe mikdârı yazılı olurdu.
Süvârî ağalarından sipah ağası sancağa çıkacak olursa üç yüz bin; silâhdar ve sağ ulûfeci ağaları da, iki yüz bin akçelik haslarla sancakbeyi olurlardı. Sol ulûfeci ve gurebâ ağaları ise, hârice çıktıkları vakit defter kethüdâsı olurlar, zeâmet ile çıkarlardı.
Kapıkulu süvârîlerinin hükûmet merkezinde yeniçeriler gibi müstakil kışlaları yoktu. Bunlar büyük mikdârda at beslemeye mecbûr olduklarından, çoğu hükûmet merkezine yakın yerlerde bulunurlardı.
Kaptan-ı Derya Osmanlı bahriyesinde en büyük âmir ve donanma baş komutanına verilen ad. Kaptanpaşa.
Kaptanlık, eskiden Gelibolu Sancakbeyi olana verilen bir rütbeydi. Fakat Barbaros Hayreddin Paşadan îtibâren kaptanpaşalık, beylerbeyi rütbesindeki şahıslara verilmiştir. On altıncı yüzyılın son yarısıyla 17. yüzyıldan sonra da vezirlere verilmeye başlandı ve bu şekilde devâm etti. Eğer kaptanpaşa vezir değilse, sıfatı “Cezayir Beylerbeyi” olurdu. Umumiyetle kaptanpaşaların denizcilikten gelmeleri şart değildi. Eyâlet vâlileri veya kubbe vezirlerinden biri de kaptanpaşa olabilirdi.
Kaptan-ı derya tâbiri, 1867 târihine kadar kullanılmış, bu târihten sonra bahriyenin bütün işleri “Bahriye Nezâreti” adlı bir teşkilâta verilmiştir. Kaptan-ı deryâlık 1876 Haziran ayında Kayserili Ahmed Paşanın ikinci Bahriye Nâzırlığında yeniden ihdas edilmişse de, aynı yıl Bahriye Nezâretine dönüşmüştür.
Kaptanpaşa Eyaleti Osmanlı Devletinde kaptanpaşanın idâresine verilen eyâlet.
Barbaros Hayreddîn Paşanın Osmanlı Devleti hizmetine girmesinden sonra, kaptanpaşa idâresindeki Gelibolu sancağına yeni sancakların ilâvesiyle Cezâyir-i Bahr-i Şefîd (Kaptanpaşa) eyâleti kuruldu. Merkezi Gelibolu (Paşasancağı) olan bu eyâlete, Gelibolu, Kocaeli, Suğla, Biga, Eğriboz, İnebahtı, Mizistre, Karlıeli ve Midilli sancakları bağlandı. Cezâyir-i Garb de, Barbaros Hayreddîn Paşadan îtibâren kaptanpaşaya bağlandı. Sonraları; Mehdiye, Nakşe, Sakız, Girne, Lefkoşe, Andre sancakları da kaptanpaşa eyâletine dâhil edildi. Bu sancakların beylerine “deryâ beyi” denirdi. Zamanla eyâletin toprakları azaldı. On dokuzuncu yüzyılda Kala-i Sultânî (Çanakkale) merkez olmak üzere yeniden düzenlendi ise de, 1867’de lağv edildi.
Kara Kuvvetleri Târihin bilinen ilk devirlerinden îtibâren Türkler, bilhassa orduya ve eğitime önem vermişler, bu ordular sâyesinde târihte devletler, imparatorluklar ve hattâ cihan imparatorlukları kurmuşlar, hak ve adâletin savunucusu olmuşlardır. Bu orduların en önemlisi Kara Kuvvetleri dediğimiz kara ordusudur.
Kara Kuvvetlerinin vazifesi, düşmanı saldırıdan caydırmak, saldırıları tesirsiz hâle getirmek, mümkünse yok etmek ve millî menfaatin gözetilip sağlanmasında gereken harekâtı yapmaktır. Türk Kara Kuvvetlerinin teşkilâtlı bir şekilde kuruluşu, Büyük Hun İmparatorluğunda, Mete zamanında M.Ö.209 senesinde olmuştur. Bu târih, Türk Kara Kuvvetlerinin ilk kuruluş yılı olarak kabul edilmektedir. Türkler kendi yaptıkları sapan, ok, yay, kargı ve topuzu savaşlarda kullanırlardı. Genel olarak Türk kuvvetlerinde itâat, disiplin, savaşma azmi çok yüksek olup çocuklar küçük yaştan îtibâren asker olarak yetiştirilirlerdi. Ata binmek, ok atmak herkesin en tabiî haklarındandı. En önemli sporları ise avcılıktı, bilhassa sürek avları hakîkî bir savaş manevrası özelliğini taşırdı.
Hükümdâr aynı zamanda ordunun başkomutanıydı. Bu durum, Osmanlılar dâhil bütün Türk devletlerinde hiç değişmemiştir. Eski Türk devletlerinde en büyük rütbe Kaanlık olup, sonra Yabguluk rütbesi gelirdi. Komutanlara tuğ verilir, savaştaki başarısına göre rütbesi ve tuğu arttırılırdı. Türk ordusu onluk sisteme göre teşkil edilirdi. Birlikler on, yüz, bin ve tumane (toman, tümen) denilen onbinlik de binliklere bölünürdü. Bunların komutanlarına Onbaşı, Yüzbaşı, Binbaşı, Tumanbaşı, Tomanbey veya Tümenbeyi denilmektedir.
İslamiyetten sonra Ortaasya Türk devletleri ve Anadolu Selçuklu Devleti ile Beyliklerin askerî teşkilâtı Mete devrinden beri süregelen askerî teşkilâtın aynıdır.
Selçuklular bu askerî teşkilâtı aynen kendi bünyelerinde tatbik edip geliştirmişler ve 800 yıla yakın bir zaman İslâm dünyâsında askerî ve mülkî idârelerin tanziminde örnek olmuşlardır.
Selçuklu orduları, özel bir eğitime tâbi tutulup doğrudan doğruya sultana bağlı “Gulamân-ı Saray” ile her an savaşa hazır “Hassa ordusu”, meliklerin, şahnelerin askerleri ve nihâyet tâbi hükûmetlerin kuvvetlerinden oluşmaktaydı. Ayrıca gerektiğinde halktan ücretli asker toplanırdı.
Karahanlı, Türkmen beylikleri ve başlangıçta Anadolu Selçuklu orduları Türklerden kuruluydu. Gazneli ordusunda ise yerli unsur büyük çoğunluk teşkil ediyordu. Selçuklular savaşta ordunun moralini yükseltmek için nevbet ve cenk takımları kurmuşlar, bilâhare bu takım Osmanlılarda mehter takımlarına dönüştürülmüştür.
Selçuklularda bir tuğ Onbaşı(Ortakbaşı-Vişak başı); iki tuğ Çavuş (Serheng-Ellibaşı); üç tuğ Yüzbaşı (Haylı); dört tuğ Binbaşı (Hacip veya Hadim); beş tuğ Emir (General); altı tuğ Sipehsâlâr veya Beylerbeyi; yedi tuğ Hükümdâr (Başkomutan) rütbe işâretleridir. Bütün askerî işler merkezdeki Dîvân-ı Arz denilen dîvânda görüşülürdü.
Osmanlı Devlet teşkilâtında ordu; Orhan Gâzi (1326-1359) devrinde aşîret kuvvetlerinden dâimî orduya geçildi. Ordu; Kapıkulu Ocakları, Eyâlet askerleri ve geri hizmet kıt’alarını meydana getiren Yayalar-Yörükler, Müsellemler, Conbarlardan meydana gelirdi (Bkz. Kapıkulu Ocakları). Eyâlet Askerleri, Timarlı Süvâri, Azaplar ve Akıncılardan teşkil edilirdi. Birinci Sultan Murâd Han 1363’te Yeniçeri Ocağını kurdu.
Osmanlı ordusunda Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) devrinde askerî ıslâhâtlar yapıldı. Yeniçeriler yeni silâh kullanmayıp, değişik elbiseleri kabul etmediğinden devrin usûlünde Nizâm-ı Cedîd ordusu kuruldu. Fakat yeniçeriler isyân edince kaldırıldı. Yeniçerilerin, 18 ve 19. yüzyıllarda disiplinsizlikleri iyice artınca Sultan İkinci Mahmûd Han (1808-1839), 17 Haziran 1826’da bu ocağı kaldırıp, 20 Haziran 1826’da Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye ordusunu kurdu. Yeni ordunun mevcudu Sultan İkinci Mahmûd Han devrinde 188.000’e çıkarıldı. Sultan Abdülmecîd Han (1839-1861) devrinde 1843’te altı ordu kurulup, askerlik müddeti beş yıla yükseltildi. Sultan İkinci Abdülhamîd Hân (1876-1909) devrinde Kara Kuvvetlerinin ihtiyâcı olan subayları yetiştirmek üzere askerî ortaokul ve liselerin yanında İstanbul’dakine ilâveten Harp Okulu sayısı yediye çıkarıldı. 1887’de Topçu teşkilâtı genişletildi. 1908’de İkinci Meşrûtiyetin îlânıyla Kara Kuvvetlerinde değişiklikler yapılmak istenmişse de Trablusgarp ve Balkan Harpleri netîcesinde muvaffak olunamadı. Birinci Dünyâ Harbinde yedi cephede kahramanca mücâdele eden Kara Kuvvetlerinin mevcudu Mondros Mütârekesi sonunda 1919’da 50.000’e indirildi. Türk İstiklâl Harbinde Kara Kuvvetleri sekiz kolordu, yirmi piyâde tümeni hâline getirildi.
Osmanlı ordusunda kullanılan rütbeler ve kabûl târihleri:
Erbaş ve erler: Er, Onbaşı, Çavuş.
Küçük zâbitler (Astsb): Bölük Emini (1828), Çavuş, Başçavuş (1828).
Subaylar: Mülâzim-i Sânî (Tğm., 1793), Mülâzim-i Evvel (Ütğm., 1828). Yüzbaşı, Tabur Kâtibi, Sol Kol Ağası (Kd.Yzb., 1828), Sağ Kol Ağası (Ön.Yzb., 1828) Alay Emîri (Yzb. rütbesinde).
Üst subaylar: Bnb., Baş Bnb. (1793), Kaymakam (Yb., 1831), Miralay (Alb., 1828)
Paşalar (Generaller): Mirliva (Tuğg. 1831), Ferik (Tümg. 1831), 2’nci Ferik (Korg, 1908), 1’inci Ferik (Org. 1904) Müşir (Mareşal, 1832).
Kazasker Osmanlı Devletinde askerî sınıfa âit şer’î ve hukukî dâvâlara bakan hâkim. Kazaskerlik, ilmiye mesleğinin en yüksek mertebelerinden biri olup, teşkilât târihi bakımından ordu kâdısı demektir.
İlk olarak Abbâsîlerde kâdılkudâtlık şeklinde görülen kazaskerlik; Harizmşahlarda, Anadolu Selçuklu Devletinde, Eyyûbîlerde, Memlûklerde hattâ Karamanoğullarında da vardı. Osmanlılarda kâdılık iki kısımdı. Biri kânun ile teşkil edilmiş askerî sınıfların, diğeri ise askerlerin dışındaki halkın dînî (şer’î) ve hukûkî işlerine bakarlardı. Kâzaskerler sefere katılırlardı. Sulhte sivil dâvâlara bakarlardı. İlk defâ Sultan Birinci Murâd Han zamânında askerî sınıfın dînî ve hukukî işlerine bakmak üzere kâdıaskerlik ihdâs edilmişti. Bu makâma Bursa Kâdısı Çandarlı Kara Halil Efendi tâyin olunmuştu (1363). Kazaskerlik 1480 yılına kadar tek iken, sınırların genişlemesi sebebiyle bu târihte Rumeli ve Anadolu kazaskerlikleri adıyla ikiye ayrıldı. Sultan Süleymân Han Kânunnâmesi’nde kimlerin asker ve asker hükmünde olduğu açıkça yazılıdır. Kazaskerlerin vazîfeleri kânun ile belirlenmiştir. Sulhte, Rumeli Kazaskeri İstanbul’daki Müslümanların dâvâ ve işlerine; Anadolu Kazaskeri de gayri müslimlerin dâvâlarına bakardı. Kazaskerlerin kıyâfeti ilmiye kıyâfeti olup, kânunnâmeler ile tesbit edilmişti. Kazaskerler dîvânın tabiî âzasıydı. Şeyhülislâmlar dîvânda bulununcaya kadar dîvândaki dînî meseleler, kazaskerler tarafından hallolunurdu. Kazaskerlerin dîvândaki mevkileri vezirlerden sonra gelirdi. Fâtih Kânunnâmesi’nde buna dâir kayıt vardır. Dîvâna geldikleri zaman vezirler gibi karşılanırlardı.
Kazaskerler, Dîvân-ı Hümâyûnda dâvâ dinlerler, ayrıca salı ve çarşamba günleri hâricinde hergün kendi konaklarında dîvân toplarlardı. Burada kendilerine havâle edilen veya kendilerine âit olan şer’î ve hukûkî işlere bakarlardı. Kazaskerlerin tezkireci, rûznâmeci, matlabcı, tatbikçi, mektubcu ve kethüdâ isimlerinde altı yardımcısı vardı.
Tezkireci, kazasker kaleminin âmiriydi. Rûznâmeci, tâyin işleriyle uğraşan kalemin müdürüydü. Matlabcı, kâdıların durumlarını bildiren defteri tutardı. Tatbikçi, büyük kâdıların gönderdikleri evrakların mühürlerini kendi yanında bulunan o şahsın mühürü ile kontrol eder, böylece sahtekârlığın, suistimallerin önüne geçilirdi. Mektupçu, kazaskerlere âit bütün yazışmaları idâre ederdi. Kethüdâ, para işleriyle meşgûl olurdu.
Kazaskerler 16. asrın ikinci yarısına kadar müderris ve kâdıların tâyininde vezîr-i âzamlara arz ve delâlette bulunurlarken, sonraları bu mühim görev şeyhülislâmlara verildi. Muayyen maaşlı müderris ile kazâ kâdılarının tâyinleri ise kazaskere bırakıldı. Yalnız bu tâyinler keyfî yapılmaz; kazasker, Dîvân-ı Hümâyûn günü pâdişâhın huzûruna çıkar, getirdiği defterlerdeki isimleri okuyarak selâhiyeti dâhilindeki müderris ve kâdıların tâyinlerine müsâade isterdi. Bütün müderris ve kâdıların tâyinlerinin kendilerine âit olduğu zamanda vezîr-i âzamın muvâfakatını alırlardı.
Kazaskerlerin tâyinleri, 17. asra kadar vezîr-i âzamların pâdişâhlara arzı ile yapılırdı. Şeyhülislâmlar bu târihten îtibâren vezîr-i âzamların muvâfakatini alarak kazaskerlerin tâyinlerini pâdişâha arz etmeye başladılar. Rumeli Kazaskerliği, Anadolu kâzaskerliğinden daha önemliydi. Kazaskerlerin görev süreleri 17. asra kadar iki yıl iken, daha sonra bir yıla indi. Kazasker olan bir zât birkaç defâ aynı makâma tâyin edilebilirdi. Kazaskerin verdiği kararların doğru olup olmadığı diğer bir hâkim tarafından tetkik edilir, aksaklık olursa, düzeltilmesine karar verilirdi.
Pâdişâhlar sefere çıkarlarken, kazaskerler de muhakkak sefere iştirak ederlerdi. Vezîr-i âzamların serdâr-ı ekrem olarak gittikleri seferlerde ise kazaskerler nâmına bir ordu kâdısı vazîfelendirilirdi.
Kazaskerlik Osmanlı Devletinin sonuna kadar devam etmiş ve Osmanlı Devletiyle birlikte bu makam da kalkmıştır.
Kervansaray Kervanların ticâret yolları üzerindeki konak yerleri. Devlet veya hayırsever kişiler tarafından kurulan bu muhkem binâlarda kervan ihtiyaçları ücretsiz karşılanırdı. Bunlar, bir şehir içinde olurlarsa, “han” adını alırdı.
İslâmiyetin yayılış dönemlerinde askerî maksatla ve sınır emniyetini korumak için kurulan ribatlar, sonraki devirlerde ticârî maksatla kullanıldı ve bu binâlara, kervansaray adı verildi. Türklerin Müslüman olmasından sonra, genişleyen İslâm toprakları üzerinde ortaya çıkan kervansaraylar, Selçuklular zamânında en gelişmiş şeklini aldı. Anadolu’da bulunan çeşitli ticâret yolları üzerinde yüze yakın kervansaray yapıldı.
Uzaktan bakılınca bir kale gibi görünen; içlerine girildiği zaman kervan kâfilelerinin her türlü ihtiyâçlarını karşılayacak bir teşkilâta sâhib olan bu binâlar, Selçuklu sultanları ve yüksek devlet görevlileri tarafından büyük ticâret yolları üzerinde her menzil için, yâni 30-40 kilometrelik mesâfede bir yaptırılmışlardı. Müslüman doğu ve Hıristiyan batı ülkeleri arasında bir köprü vazîfesini gören Anadolu toprakları üzerine, İkinci Kılıç Arslan, Birinci Gıyâseddîn Keyhüsrev, Birinci İzzeddîn Keykâvus ve Birinci Alâeddîn Keykubâd gibi iktisâdî ve ticârî hayâtın önemini bilen Selçuklu sultanları; Antalya ve Sinop gibi giriş ve çıkış limanlarıyla önemli ticâret merkezlerini birbirine bağlayan ticâret yolları üzerinde büyük kervansaraylar kurdular. Bu merkezlere yerleştirdikleri tüccârlara her türlü yardımda bulundular. Anadolu’ya gelen yabancı tüccârlara da büyük kolaylıklar gösterdiler. Yollarda herhangi bir şekilde zarar gören, soyguna uğrayan ve malları denizde batan tüccârların zararlarını devlet hazînesinden tazmin ederek, bir nevî devlet sigortası kurduları. Antalya ve Alâiyye (Alanya)den başlayıp Isparta, Konya, Aksaray, Kayseri, Sivas, Erzincan ve Erzurum gibi büyük merkezlerden geçerek İran ve Türkistan’a ulaşan doğu-batı istikâmetindeki yol üzerinde; Konya-Akşehir istikâmetinden İstanbul’a ve Batı Anadolu vâdilerine ulaşan yol üzerinde; Konya, Ankara, Çankırı, Kastamonu, Durağan, Sinop istikâmetindeki ve Sivas, Tokat, Amasya, Merzifon, Samsun hattıyla Sinop’a ulaşan güney-kuzey ve Elbistan, Malatya, Diyarbakır üzerinden Irak’a giden yollar üzerinde pekçok kervansaray yaptırdılar.
Selçuklular zamânında Anadolu’da kurulan yol güzergâhları, Osmanlılar zamânında değişti. Bunun sonucu olarak bâzı yerler ticârî merkez olma durumunu kaybettiler.
Zâten Ümit Burnu yolunun bulunması ile Hindistan’a ulaşan ticâret yolunun ağırlık merkezi de Atlas Okyanusuna kaymıştı. Anadolu’da ticâretin önemini kaybetmesi üzerine, Selçuklular zamânındaki kervan yolları da ıssızlaştı. Meselâ Osmanlı Devletine başşehir olan İstanbul’u, Sûriye ve Irak’a bağlayan yol, Konya-Adana istikâmetini tâkib ettiği için, Antalya’dan Sivas’a veya Elbistan’dan Kayseri ve Sivas’a giden yollar, bu şehirleri birbirine bağlayan tâli yol durumuna düştü. Bu yollar üzerinde bulunan kervansaraylar da ister istemez eski önemini kaybetti. Fakat yeni yol güzergâhlarının ortaya çıkması üzerine Osmanlılar da, kervansaray yapımına devâm ettiler. İstanbul’u, Sûriye üzerinden Mekke ve Medîne’ye bağlayan yol üzerinde hac farîzasını îfâ etmek için giden hacıların her türlü ihtiyâçlarını karşılamak üzere kervansaraylar kurdular.
Zengin ticârî malları taşıyan kervanlar için hudut civârında düşman çapulcularından, içeride göçebe ve eşkıyâ baskınlarından koruyacak emniyetli konak yerleri sağlamak ve yolcuların kondukları ve geceledikleri yerlerde her türlü ihtiyâçlarını temin etmek maksadıyla kurulan kervansaraylarda; yatakhâne ve aşhâneler, erzak ambarları, ticârî eşyâ depoları, yolcuların hayvanları için ahırlar, samanlıklar, yolcuların namaz kılmaları için mescidler, kütüphâneler, misâfirlerin yıkanması için hamamlar, abdest almaları için şadırvanlar, tedâvîleri için hastahâne ve eczâhâneler, ayakkabılarının tâmiri ve fakir yolculara yenisinin yapılması için ayakkabıcılar, hayvanları nallamak için nalbantlar, bu teşkilât ve tesisleri idâre edecek, gelir ve gider hesaplarını yapacak dîvân (büro) ve memurları vardı.
Umûmiyetle Selçuklu sultanları ve devlet adamları tarafından yaptırılan bu muazzam kervansarayların hepsi vakıftı. Maddî büyüklükleri ve teşkilâtları nisbetinde zengin gelir kaynaklarına da sâhiptiler.
Bu sûretle kervansaraylara inen ve konaklayan tüccar ve her türlü yolcu, zengin fakir; Müslüman gayri müslim kim olursa olsun, orada her türlü ihtiyâcını ücretsiz olarak görebilirdi.
Kervansaraylarda hasta yolcular, sıhhat buluncaya kadar tedâvi edilir, hayvanlarının tedâvisi de baytar (veteriner) tarafından yapılır ve tedâvi masrafları vakıf tarafından karşılanırdı. Fakir hastalar, öldüğü takdirde kefen masrafları da vakıf gelirlerinden ödenirdi.
Büyük ve muhkem binâlar olan kervansaraylarda akşam olunca kapılar sıkıca kapatılır, vazifeliler tarafından kandiller yakılırdı. Kapı kapandıktan sonra hiç kimse dışarıya çıkarılmaz, fakat dışarıdan gelenler içeriye alınırdı. Şafak atınca davullar çalınır, herkes uyandıktan sonra hancılar; “Ey ümmet-i Muhammed! Malınız, canınız, elbiseleriniz ve atınız tamam mı!” diye sorarlar, herkes; “Tamamdır. Allahü teâlâ hayır sâhibine rahmet eylesin.” diyerek kervansarayı vakf edene duâ ederlerdi. Herkes gerekli yol hazırlıklarını yaptıktan sonra kapılar açılır, misâfirlere; “Gâfil gitmeyin, herkesi arkadaş etmeyin, yürüyün, Allah âsân (kolay) getire.” diye duâ ve nasîhatte bulunduktan sonra kervanlar uğurlanırdı.
Sulh zamânında ticârî maksatlar için kullanılan kervansaraylar, harb zamânında o belde ahâlisinin düşman hücûmundan korunmak için sığındığı veya sefer esnâsında ordunun konakladığı müstahkem yer olarak da kullanılırdı. Bilhassa hudut boylarına yakın kervansaraylar, hudut kalesi vazifesini görürdü. Aksaray yakınındaki Sultan Hanı, 20.000 askerle kuşatan bir Moğol komutanına iki ay dayanacak ve alınamayacak ölçüde muhkem idi.
İslâm dîninin misâfirperverliğe ve hayırseverliğe verdiği ehemmiyet sonucu, ortaya çıkan kervansarayların bir benzeri, ortaçağ Avrupasında olmadığı gibi, düşüncesi bile mevcut değildi. İslam tarihinin önceki devirlerinde olduğu gibi, Osmanlılarda da bu güzel ve faydalı eserler uzun bir zaman halkın hizmetinde kullanıldılar.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 8:07 pm | |
| Kubbealtı Topkapı Sarayında başta sadrâzam olmak üzere Osmanlı devlet adamlarının toplanıp, devlet işlerini görüşerek karara bağladıkları yer. Buraya Dîvân yeri de denilirdi.
Topkapı Sarayının her tarafından görülen dört köşeli büyük kulesinin üstünde olan kubbealtına orta kapıdan girilir. Bina, beyaz mermer ve yeşil parafinden gâyet güzel sütunlar üzerine saçak konularak inşâ edilmiştir. Saçak, önündeki taşlığın üzerini de örtmektedir. İlk kubbealtı, Fâtih Sultan Mehmed Han devrinde yapılmıştı. Şimdiki kubbealtı binâsı Üçüncü Selim ile İkinci Mahmûd Han zamânında tâmir edildiklerine dâir iki kitâbe taşımaktadır.
Kubbealtındaki üç salonun soldakinde dîvân toplanırdı. Salonun etrâfındaki sedirlerde dîvân âzâları, ortadaki makamda ise sadrâzam otururdu. Pâdişâh bu salona açılan Kasr-ı Adil adı verilen kafesli pencereden dîvân müzâkerelerini tâkib ederdi. İkinci salon Dîvân-ı Hümâyun Kalemi olup, dîvân kânunları burada tasdik edilirdi. Kubbealtının arkasındaki dört köşeli yüksek kuleden etrafta olan hâdiseler seyredilirdi.
Üçüncü kubbenin altındaki salonda devletin asıl defter ve kayıtlarını kapsayan ruznâmeler, piyâde ve süvârî mukabeleleri, cizye mukataa, mevkufat gibi defterler sandıklar içerisinde saklanırdı. Burası her dîvân günü sadrâzamdaki mühr-i hümâyûn ile mühürlenirdi. İlk kubbe arasındaki yerde reisülküttap ile dîvân-ı hümâyun kâtipleri otururdu. Bu üç kubbenin dışında, sekiz kubbealtında dış hazîne saklanırdı.
Kubbealtında devleti idâreye memur olan heyet toplanırdı. Burada devlet işleri görüşüldüğü gibi halkın önemli dâvâlarına da bakılırdı. Dîvân toplantıları; Pazartesi, Salı, Cumartesi ve Pazar günleri olurdu. Görevliler sadrâzamdan önce gelir beklerlerdi. Sadrâzam gelince bütün görevliler karşılar, onun selâm verip odaya girmesinden sonra arkasından onlar da içeri girerlerdi. Vezirler, kâdıaskerler, defterdarlar ve nişancı yerlerini alırlar özel merâsimle toplantı açılırdı.
Toplantı bittikten sonra kubbealtında yemek yenirdi. Üç sofra kurulur, herkes kendi sofrasındaki yerine otururdu. Yemekten sonra yapılan işler hakkında sadrâzam pâdişâha arzda bulunur ve emirlerini alırdı. Belli günlerin hâricinde, ordunun harbe gidiş ve gelişlerinde, bayramlarda, saltanat değişikliklerinde, yabancı elçiliklerin kabûlünde kubbe altında toplantılar olurdu.
Devlet meseleleri Bâbıâli’de görüşülmeye başladıktan sonra, kubbealtı kısmen önemini kaybetti.
Lağımcı Ocağı Osmanlı ordusunda lağımcı sınıfının bağlı olduğu ocak. Timarlı ve ulûfeli olan lağımcılar, yer altından yollar açarak fitil ve barutla kale bedenlerini yıkmak ve siper kazmak gibi vazîfelerde bulunurlardı.
Kapıkulu ocakları arasında yer alan lağımcı ocağının ne zaman kurulduğu bilinmemektedir. İkinci Murâd döneminde Rumeli kalelerinin fetihlerinde büyük yararlıklar gösterdikleri bilinmektedir. Lağımcıların ulûfeli olanları Fâtih Sultan Mehmed devrinde cebeci ocağına bağlandı. Ocağın âmiri cebecibaşıydı. Eyâlet askerleri arasında kurulan lağımcı birliğinin âmiri ise lağımcıbaşıydı. Bu ocağın kethüdâ, çavuş ve alemdâr denilen subayları da mevcud olup, bunlara geçim için dirlik olarak zeâmet; askerlere ise timar verilirdi. Zeâmetli ve timarlı lağımcılar seferlere atlı olarak iştirak ederlerdi.
Lağımcı neferlere (askerlere), başlarında bulunan subayları tarafından kuruluşundan îtibâren geometri ve diğer mîmârî sanatlara âit bilgiler ile lağım bağlama usulleri en iyi şekilde öğretilirdi. Lağımcı nizamnâmesine göre, iki yüze yakın tâlim bilgileri yanında bunlara yardımcı bilgileri öğrenmek şarttı. On yedinci asrın ortalarından îtibâren bozulmaya başlayan ve gitgide sanattan anlamayanlarla dolan bu sınıf, 1792 yılında yapılan nizamnâme ile düzeltilmeye çalışıldı. Ancak bir netice alınamaması üzerine, 1826 yılında yeniçerilikle birlikte ortadan kaldırıldı.
Lonca Eskiden belirli bir şehirde oturan sanatkâr ve sanâyicilerin mensup oldukları meslekî teşkilat.
Loncaların kökeni, 7 ve 8. yüzyıldan îtibâren faaliyet gösteren fütüvvet ve ahîlik teşkilâtlarına dayanır. Ahîlik kuruluşuna âit töreler, kurallar birçok özellikler loncalarda devam eder.
Loncaların iki ana gâyesi vardır: 1) Lonca mensubu sanatkâr, esnaf arasında sosyal eşitliği ve dayanışmayı sağlamak. 2) Meslekî faaliyetin uygulanışını düzenlemek ve denetlemek. Loncalar, bugünün Esnaf ve Sanatkârlar Derneğine benzetilebilir. Loncaların ekonomik ve meslekî, kültürel ve sosyal faaliyet ve vazifeleri vardı.
Kendi içinde sıkı bir disiplinle teşkilatlanmış olan loncalar, bu özelliği ile devletin piyasa kontrolünü kolaylaştırıyorlardı. Aynı esnaf grubunun bağlı olduğu loncaların içinde rekabetin yasaklanmış olması, kaynakların ihtiyaçlar dâhilinde kullanılması, kaynak israfı, karaborsa ve fâhiş fiyat artışına mâni oluyordu. Devletle sıkı irtibâtı olan loncalar, hükümet tarafından teftiş edilebiliyordu. Muhtelif târihlerde esnafla alâkalı olarak çıkarılan yasaknâme ve fermânlar esnafın aksayan yönlerini düzeltme gâyesindeydiler.
Esnaflar, bağlı oldukları lonca heyetinin sıkı bir denetimi altındaydı. Ustaların hammaddelerini nereden, nasıl ve ne evsafta alacakları loncalar tarafından düzenlenmekteydi. Lonca üyeleri arasındaki eşitliği bozmamak temel gâyeydi. Tüketiciyi de korumak göz önünde tutulurdu. Ustaların kullandığı bütün âlet ve edevât devamlı denetlenirdi. Üretilen malların fiyatlarının nisbetini loncalar denetlerdi. Denetimden geçen mal damgalanır ve pazara sunulurdu. Bozuk mal çıkaran esnaf cezalandırılırdı. “Pabucu dama atıldı.” deyimi buradan kalmadır. Düşük kaliteli mallar da fakirlere dağıtılırdı. Çırakların mesleğe girmeleri, meslekte ilerlemeleri ve yükselmeleri, loncaların koyduğu kâidelere ve âdete bağlıydı. Lonca mensupları arasında rekabet yasaktı.
Kalfaya, usta olduktan sonra, pîri, bir törenle ustalık belgesi verirdi. Dükkân açacak olup da parası olmayana lonca para ve sermâye verip, dükkan bulurdu. Evlenmek isteyenleri evlendirir, masraflarını görürdü. Yoksul cenâze sâhiplerinin cenâzesini kaldırır, hastalara yardım ederdi.
Görünüşte iktisâdî müesseseler olan loncalar, iç yapı îtibâriyle cemiyette hâkim olan bâzı ahlâkî kâideleri, müeyyideleri ile, esnafın kendi kendine tatbik ettiği müesseselerdir. Loncalarda bulunan iş ahlâkının temelinde, otoriteye ve geleneklere bağlılık, el işçiliğine hürmet, kanâatkârlık, meslek sırrını saklamak gibi prensipler yatmaktaydı.
Osmanlı Devletinde loncaların ekonomik vasıfları yanında, onlara husûsiyet kazandıran, iç kuruluşları ve sosyal faaliyetleridir. Osmanlı Devletinin kuruluşunda önemli olan ahîlikle yakın bağları bulunan loncaların da, ahîliğin; yiğit, ahî ve şeyh olmak üzere üç derecesine karşılık çırak, kalfa, usta, nakib vekili, nakib, baş nakib, şeyh halifesi, şeyh ve şeyh-üş-şuyûh olarak dokuz kademesi vardı. Ahîliğin kavlî ve seyfi üyelik olmak üzere, üyelerinin iki grupta değerlenmesi yerine, loncalarda üyelik kavlî, şürbî ve seyfî olarak üç grupta meydana getirildi.
Lonca teşkilâtı, Osmanlı Devletinin en ücrâ köşelerine kadar yayılmıştı. Avârız sandıkları sistemiyle üyelerini, her türlü kazaya ve ölüme karşı aileleriyle berâber sigortalamıştı. Lonca teşkilâtı, Osmanlı Devletinin sosyal yapısında büyük güç, düzen, âsâyiş ve ahlâk unsuru olmuştur. Kendi bünyesi içerisinde denetlendiği gibi, devletin de kontrolü altında bulunuyordu. On yedinci yüzyılda İstanbul’da 1109 Loncaya bağlı, 126.000 üye tespit edilebilmişti.
Osmanlı Devletinin son zamanlarında, sanâyileşme hareketlerinin ve fabrikalaşmanın başlaması neticesinde el sanatları giderek önemini kaybetti. İttihat ve Terakki Fırkasınca 1913 târihinde loncalar kaldırıldı.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 8:08 pm | |
| M
Mabeyn Osmanlı saray ve konaklarında haremlik ve selamlık bölümlerini ayıran dâire. Arapçada “iki şeyin arası” mânâsındadır. Sultan İkinciMahmûd Han devrinden îtibâren sarayların selamlık dâirelerine “Mâbeyn-i Hümâyûn” denilmiştir.
Yine Osmanlı Devletinin kuruluşunda işlerin azlığı sebebiyle pâdişâhlar herkesle teşrîfât ve merâsime hâcet kalmaksızın görüşürlerdi. Devletin büyümesi ve gelişmesi netîcesinde saray ve saray teşrîfâtı ortaya çıktı. Fâtih Sultan Mehmed Han, kânûnnâmeleri çıkartıp teşrîfât için maddeler koydurmuş ve; “Evvelâ bir arz odası yapılsın. Cenâb-ı şerîfim pes perdede oturup haftada dört gün vüzerâm ve kazaskerim ve defterdârlarım rikâb-ı hümâyûnuma arza girsünler.” demiştir. Bu duruma göre acele haller dışında vezirler bile haftada ancak dört gün pâdişâhla görüşebilecekti.
Pâdişâhla görüşebilmek için mürâcaatlar, kapıağasına yapılır, o da mâbeynci görevi yapan kapıcılar kethüdâsına duyururdu. Daha sonra sırayla vezir ve kazaskerlere haber verilirdi. Sultan İkinci Mustafa Handan îtibâren silâhdârlar aynı zamanda mâbeyncilik de yapmaya başladılar. Çuhâdâr ve rikâbdâr da her zaman pâdişâhın huzûruna girebilirdi.
Osmanlılarda ilk defâ mâbeynci ünvânıyla memur istihdâmı Sultan Üçüncü Selim Han zamânındadır. Ondan sonra bu ünvân ile memurlar tâyin edildi ve ehemmiyetleri de arttı.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han devrinde mâbeyn başlı başına bir dâire hâline geldi. Saraydaki mâbeyn dâiresinde başmâbeynci, ikinci mâbeynci ve öbür mâbeynciler kendilerine ayrılan odalarda oturur, sırayla nöbet tutarlardı. Abdülhamîd Han mâbeyncileri bizzat seçerdi. Sadrâzam ile vezirler saraya geldiklerinde kendilerine ayrılan odalarda, diğer ziyâretçiler mâbeyn dâiresindeki odalarda beklerdi.
Mâbeyn vâzifelileri şunlardı:
Mâbeyn başkâtibi: Sarayın yazı işlerini idâre eden teşekkülün (kurumun) reisidir. Diğer bir târifle Osmanlı sultânı ile hükûmet teşkilâtının başında bulunan sadrâzam arasındaki haberleşme ve yazı işlerine bakan memurun ünvânı olup, bu vazîfe sâhibinin asıl adı sır kâtibi idi. Emrindeki diğer memurlara mâbeyn kâtibi denirdi.
Mâbeyn başkâtibi olarak hizmet edenlerden vezîrler ile yüksek devlet memuriyetinde bulunanların yanında, Saîd Paşa gibi sadrâzam olanlar da vardır.
Mâbeynci: Pâdişâhın dışarı ile olan işlerine bakan ve dilekleri kendisine ulaştıran saray memurlarıdır. Bunun yerine, yakın mânâsında kurenâ tâbiri de kullanılmıştır. Enderûn ağalarından silâhdâr, çuhâdâr, rikâbdâr, tülbent ve peşkir gulâmı ile baş müezzin, sır kâtibi baş çuhâdâr, kahvecibaşı, sarıkçıbaşı ve tüfekçibaşı Mâbeyn dâiresinde hizmet ettikleri için, kendilerine Mâbeynci adı verilmiştir.
Mâbeynciler, nöbetleşe sarayda kalırlar ve nöbetçi oldukları günün gecesi odalarında yatarlardı.
Mâbeyn çavuşu: Buna hünkâr çavuşu da denilmiştir. Pâdişâhı korumak, atla habercilik yapmak ve dâvetlileri saraya çağırmakla görevli askerî saray memurudur.
Mâbeyn erkânı: Saray ileri gelenlerine verilen ad olup; başkâtip, başmâbeynci, mâbeyn müşiri, dârüsseâde ağası, baş imâm, hazîne-i hassa nâzırı, ıstabl-ı âmire müdiri ve emsâli bu kabildendir.
Mâbeyn ferîki: Pâdişâhı korumakla görevli askerlerin, tümgenerâl rütbesindeki kumandanıdır.
Mâbeyn müşîri: Sarayda pâdişâh maiyetindeki mareşal rütbeli askerî mümessildir. Plevne kahramanı Osman Paşa, mâbeyn müşirlerinin en meşhurudur.
Maliye Nezareti 1838’de kurulup cumhûriyete kadar devâm eden Osmanlı mâliye bakanlığı. Sultan İkinci Mahmûd devrine (1808-1839) kadar Osmanlı Devletinde mâlî işler, merkezî bir teşkilâtla yönetilmezdi. Merkez ve eyâletlerin değişik mâliye teşkilâtı vardı. Tımar sisteminin bozulması para değerinin düşmesi, bâzı toprakların kaybedilmesi, uzun süren savaşlar gibi sebepler, Osmanlı mâliyesini yeni tasarruf tedbirleri almaya ve yeni vergi kaynakları bulmaya zorladı. İşe yaramaz bir masraf kapısı hâline gelen yeniçeri ocağı kaldırıldı(1826). Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye kuruldu ve bunlara subay yetiştirmek için okullar açıldı. Bunların harcamalarını karşılamak için me’mure hazînesi kuruldu (1834).
Bundan başka, Sultan İkinci Mahmûd döneminde Hazîne-i Âmire, Darbhâne Hazînesi, Redif Hazînesi ve Tersâne Hazînesi olmak üzere dört ayrı hazîne daha vardı. 1835’te Hazîne-i Âmire ve Darbhâne Hazîneleri birleştirilerek Darbhâne-i Âmire Defterdarlığı kuruldu. 1838’de Hazîne-i Âmire ve Darbhâne Hazînesi birbirinden ayrıldı. Hazîne-i Âmire ve Mansûre Hazînesi birleştirilerek Mâliye Nezâreti kuruldu. Abdurrahmân Nâfiz Paşa, Umur-ı Mâliye Nâzırı Ünvan ve Paşa rütbesiyle bütün hazînelere bakmakla vazîfelendirildi.
Mâliye Nezâreti kısa bir müddet sonra kaldırılarak işler, Mukâtaat Hazînesi ve Hazîne-i âmire Defterdarlıklarına bağlandı. Aynı sene Mukataat Hazînesi Defterdarlığına Mâliye Nezâreti adı verildi (1839). Daha sona Hazîne-i Âmire Defterdarlığı da bu nezârete bağlandı (1841). Pâdişâh ve öteki hânedan üyelerinin özel gelir kaynakları hazîneye aktarılıp, kendilerine maaş bağlandı. Tersâne,Redif, Mansûre ve Âmire hazîneleri kaldırılarak Hazîne-i Celile-i Mâliye kuruldu. Bu hazînenin 1840’ta 400 milyon, 1848’de 775 milyon, 1857’de 1 milyar, 1862’de 1.6 milyar kuruş gelir-gider hacmi vardı.
Kurulduğu günden îtibâren devamlı gelişme gösteren Mâliye Nezâretinde, tanzimâtın îlânı sırasında sekiz muhâsebe ve sekiz kalem vardı. Bu teşkilât 1878’e kadar küçük değişikliklerle korundu. 1879’da Heyet-i Merkeziye ve Heyet-i Mülhaka adıyla iki kısma ayrıldı. Heyet-i Merkeziyeye dâhil olan nezâret müsteşarının yetkileri arttırıldı. 1854’ten îtibâren alınan dış borçların ödenmesi için 1881’de kurulan Düyûn-ı Umûmiye idâresi, teknik açıdan bir model hâline geldi. Bu teşkilâtın Mâliye Nezâretinden daha geniş bir kadrosu vardı. 1889’da Mâliye Nezâretinde bâzı düzenlemeler yapıldı. Meşrûtiyetin ikinci defâ îlânından sonra bâzı kalem, meclis ve komisyonlar kaldırılıp, memur sayısının azaltılması yoluna gidildi. Saltanat kaldırılmadan önce nezâret; Kalem-i Mahsusa, Vâridât-ı Umumiyye muhâsebe-i Umûmiye, Teftiş Heyeti, Vezne, Emlâk-ı Emiriye, Me’murîn ve Levâzım ve Mahâssesât-ı Zâtiye Müdürlüklerinden meydana geliyordu. 1922’de saltanatın kaldırılmasıyle Mâliye Nezâretinin varlığı da sona erdi. 1920’de Ankara’da kurulan Mâliye Vekâleti daha sonra Mâliye Bakanlığı adını aldı.
Matbah-ı Âmire (Osmanlı Saray Mutfağı) Osmanlı Devletinde saray mutfağı. Matbah-ı Hümâyûn. Topkapı Sarayında, orta kapıdan içeriye girildiği zaman, Alay Meydanının sağ tarafında baştan aşağı Matbah-ı Âmire binâları mevcuttur. Matbahın Alay Meydanına açılan üç kapısı vardır. Kapılardan içeriye girilince ikişer ikişer yirmi bacalı büyük mutfaklarla karşılaşılır. Mutfak binâlarının önünde Matbah-ı Âmire görevlilerinin, aşçı ve tablakârlarının koğuşları ile mescidleri bulunur.
Matbah-ı Âmire büyük ve küçük olmak üzere iki kısımdı. Büyük mutfakta saray halkı, dîvân günü sofraları ve törenler için yemek hazırlanırdı. Hergün yaklaşık dört-beş bin kişiyi doyuracak yemek çıkarılan bu mutfakta Vâlide Sultan, Kızlarağası, Kapıağası ve Kilercibaşı Matbahı gibi bölümler vardı. Küçük mutfak ise, pâdişâhın özel yemeklerinin pişirildiği yerdi ve “Matbah-ı Hümâyûn, Matbah-ı Has” ve “Kuşhâne” gibi isimlerle anılırdı. Matbah-ı Âmirede hergün mûtâd olarak verilen yemeklerden başka, ulûfe (maaş) dağıtıldığı günlerde 10-15 bin askere yemek verilirdi. Ramazan ayının on beşinci gecesi on bin Yeniçeriye baklava; dîvân günlerinde ise 600 sahan çorba, zerde, pilav hazırlanırdı. Matbah-ı Âmirenin bir kısmına “Helvahâne” denirdi. Her türlü tatlılar, reçeller, şuruplar ve mâcunlar ile kokulu sabunlar burada yapılırdı.
Matbah-ı Âmire aşçılarıyla pâdişâh, şehzâde, vâlide sultan ve sâirenin yemeklerini pişiren aşçıların pişirdikleri yemek îtibâriyle miktarları çeşitliydi. Bunlar arasında aşçıbaşı, ocakbaşı, kebâpçı, tatlıcı, hamurcu, pilavcı ve balıkçı başlıcalarıdır.
Kuşhâne matbahına zülüflü baltacılar arasından kâbiliyetli ve îtimâd edilir iki kişi seçilirdi. Birincisine Kuşçubaşı, diğerine İkinci denirdi. Her matbahta mesleğinin ehli aşçı, usta, kalfa ve şâkirtleri, bunların maiyetlerinde de yamaklar bulunurdu. Her matbahın bir aşçı başısı mevcut olup, âmirlerine “Baş aşçı” denilirdi.
Sarayda mutfak işlerine bakan memura “Matbah-ı Âmire Emini” adı verilirdi. Matbah-ı Âmire Emini, “Hâcegân” rütbesindeydi. Matbah-ı Âmire Emini mutfak ihtiyâçlarını karşılayan, masraf ve gider defterlerini tutan ve baş muhâsebeye karşı sorumlu bulunan levâzım müdürü hüviyetindeydi. Başlıca vazîfeleri; saray mutfağının bütün ihtiyâçlarını karşılamak, hesaplarını tutmak ve emri altında bulunan memurları idâre etmekti. Memurların tâyin ve azilleri Enderun Kilercibaşısı tarafından yapılırdı. Kiler emini, çâşnigir, matbah-ı âmire kâtibi ve kethüdâsı kendisine yardım ederdi. Bunların dışında Matbah-ı Âmirenin diğer hizmetlileri olarak yoğurtçular, sütçüler, sebzeciler, tavukçular, simitçiler, buzcular, karcılar, sakalar, mumcular, fırıncılar, buğday döğücüler, helvacılar, bozacılar, kasaplar çoğunlukla acemi ocağındaki asker adayları arasından seçilirdi.
Matbah-ı Âmirenin ihtiyâçları Mısır ile Eflâk voyvodalığından; Koçhisar, Atranos, Harmancık, Keşan, Eğriboz, İzmit, İstanköy ve Sakız mukâtaalarından para veya mal olarak karşılanırdı. Matbah-ı Âmirenin her yıl devir muhâsebesi yapılır, bu münâsebetle memurlara devriye adı ile ayrı bir ikrâmiye verilirdi. Matbah-ı Âmire emirleri de görevlerinden ayrıldıkları zaman yine devir işlemleri yaparak hesapları kapatırlardı.
Matbah-ı Âmire Eminliği, İkinci Mahmûd’un son yıllarında Gümrük Eminliğine katılarak “Matbah-ı Âmire İdâresi” adını aldı. 1838’de de Darphâne Nezâretine bağlanarak ortadan kaldırıldı. Matbah-ı Âmire, Dolmabahçe ve Yıldız saraylarında saltanatın sonuna kadar devâm etti.
Meclis-i Mebusan İki meclisten meydana gelen Osmanlı parlamentosunun halk tarafından seçilen kanadı.
Meclis-i Umûmî adı verilen Osmanlı parlamentosunun birinci kısmını Meclis-i Âyân teşkil ederdi. İkinci kısmını teşkil eden ve Hey’et-i Meb’ûsân adı da verilen bu meclisin üyeleri, halk tarafından seçilirdi. Meb’ûsân meclisi, kânun tasarılarını görüşür, sonra Âyân Meclisinin ve pâdişâhın yetkisine sunardı. Hükûmete güven veya güvensizlik oyu vermesi de söz konusu değildi. Meb’ûsan meclisinin üye sayısı her 50.000 Osmanlı vatandaşına bir temsilci düşecek şekilde tesbit ediliyordu. Seçim gizli oyla yapılmaktaydı. Osmanlı vatandaşı olmayan, özel bir durum gereğince geçici olarak yabancıların hizmetinde bulunan, Türkçe bilmeyen, 30 yaşını tamamlamamış, iflâs ile mahkûm olup da îtibârı henüz iâde edilmemiş olan, kötü hâli ile şöhret bulan, daha önce hâcir altına alınmasına hükmedilmiş olup da hâlen hâcir altında bulunan, medenî haklardan mahrûm olan ve başka devletin vatandaşı olduğunu iddiâ eden kimseler, bu meclise üye seçilemezdi. Ayrıca yapılacak seçimlerde meb’ûs seçilebilmek için, Türkçe okumak ve mümkün olduğu ölçüde yazmak şartı aranıyordu.
Meb’ûs seçimi her dört senede bir yapılır, seçilen tekrar seçimlere katılabilirdi. Hey’et-i Meb’ûsân üyeleri sâdece kendini seçen bölgenin vekîli olmayıp, bütün Osmanlıların vekîli hükmündeydi. Hey’et-i Meb’ûsânın başkanlığına heyet tarafından çoğunlukla üç; ikinci ve üçüncü başkanlıklara üçer kişi olmak üzere dokuz kişi seçilerek pâdişâha sunulur, bunlardan biri başkanlığa ikisi de başkan vekilliklerine, pâdişâhın irâdesiyle tercih ve tâyin olunurlardı. Meb’ûslar Meclisinin görüşmeleri alenî olup, bâzı hâllerde görüşmelerin gizli yapılmasına karar verilebilirdi.
Meb’ûs genel seçimine Hey’et-i Meb’ûsânın toplantı târihinin başlangıcı olan kasım ayından asgarî dört ay önce başlanacaktı. Seçmenler, meb’ûsları mensûb oldukları vilâyet ahâlisi içinden seçmek zorundaydı. Üyeliklerde herhangi bir sebeple (ölüm, meclise devâmsızlık, istifâ ve mahkûmiyet veya bir memuriyete tâyin edilmek gibi) boşalma durumunda, gelecek toplantıya katılabilmesi için, boşalan üyeliğe bir başkası usûlüne uygun şekilde tâyin olunurdu. Boşalan üyeliğe seçilecek üyenin görev müddeti, bir sonraki genel seçime kadar sürerdi. Meb’ûslara toplantı için her yıl hazîneden 20.000 kuruş, aylık olarak da 5000 kuruş maaş ödenirdi. Ayrıca maaşa ek olarak seyâhatler için harcırâh da verilmekteydi. Bir kişi hem Âyân, hem de Meb’ûsân meclisine aynı anda üye olamazdı.
18 Mart 1877’de çalışmalarına başlayan ilk meclisin üyeleri, geçici bir tâlimâtla vilâyet, livâ ve kazâların idâre meclisi üyeleri arasından seçildiler. İstanbul için ayrı bir seçim yapıldı. Bu mecliste 69’u Müslüman, 46’sı gayri müslim olmak üzere 115 üye vardı. Bu meclis, 28 Haziran 1877’de çalışmasını tamamlayarak dağıldı. Aynı seçim usûlüyle teşkil edilen ikinci dönem meclis, 13 Aralık 1877’de toplandı. Bu meclis, kânun tasarılarından çok hükûmetin icrâatını ve 93 Harbinin (1877-1878) idâresini tartışmaya başladı. Meb’ûslardan Müslüman olanlar bile kendi bölgeleriyle ilgili bölücü fikirleri savundular. Memleketi düşünen üye sayısının azınlıkta kaldığı görüldü. Bu sebeple Meclis-i Meb’ûsân, 14 Şubat 1878’de tâtil edildi. Abdülhamîd Hanın îktidârının sonlarına doğru, içerden ve dışardan yapılan kışkırtmalarla, orduda ve halk arasında kıpırdanmalar başladı. Sultan Abdülhamîd Han, 30 sene 5 ay 9 gün aradan sonra 23 Temmuz 1908’de İkinci Meşrûtiyeti îlân etti. Aynı yılın Kasım ve Aralık aylarında meb’ûs seçimi yapıldı. Ahrâr ile İttihât ve Terakkî fırkalarının katıldığı seçimlerde, İttihât ve Terakkî çoğunluğu sağladı. 4 Aralık 1908’de meclis açıldı. 31 Mart Vak’ası bahâne edilerek, Abdülhamîd Han tahttan indirildi. Meclis-i Meb’ûsân, Mayıs 1909’da Kânûn-i Esâsî üzerinde değişiklik yaptı. Bu değişiklikler, Âyân meclisi ve pâdişâh tarafından tasdîk edildi. Pâdişâh ve Âyân Meclisinin yetkisi daraltıldı. Meb’ûsân Meclisinin yetkisi çoğaltıldı. 1911’de ara seçim yapıldı. 18 Ocak 1912’de Pâdişâh, Meclis-i Meb’ûsânı fethetti. Yapılan seçimden sonra, 18 Nisan 1912’de meclis yeniden toplandı. Meclis, 5 Ağustos 1912’de Ahmed Muhtar Paşanın teklifi ile tekrar feshedildi. Balkan Savaşı sebebiyle seçime gidilemedi. Sıkıyönetim îlân edildi. İttihât ve Terakkî Fırkası, 23 Ocak 1913’te Bâbıâlî Baskını ile, iktidârı ele geçirdi. 1914’te tek başına seçime girip, Meclis-i Meb’ûsân üyeliklerinin tamâmını elde etti. Birinci Dünyâ Savaşı boyunca bu hâliyle faaliyetini devâm ettiren Meclis-i Meb’ûsân, Mondros mütârekesini müteâkib 21 Aralık 1918’de Sultan Vahideddîn tarafından seçim yapılmak üzere feshedildi. Yapılan seçim sonunda Meclis, ilk toplantısını 12 Ocak 1920’de yaptı. 16 Mart 1920’de İstanbul’un îtilâf devletlerince işgâl edilmesi üzerine, Meclis-i Meb’ûsân, yeniden seçilmek üzere pâdişâh irâdesiyle 11 Nisan 1920’de feshedildi. Bir daha da seçilmeyip, târihe karıştı.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 8:09 pm | |
| Meclis-i Vükelâ Osmanlı Devletinde Sadrâzamın başkanlığındaki Şeyhülislâmla diğer nâzırlardan meydana gelen meclisin adı; vekiller meclisi. Bu meclis, devletin iç ve dış siyâsetiyle ilgili mühim hususlarda kararlar alırdı. Buna “Meclis-i Has” “Meclis-i Hass-ı Vükelâ” da denirdi ki Kabîne, yâni Bakanlar kurulu demektir.
Meclis-i Vükelâyı meydana getiren heyette zaman zaman değişiklikler olmuştur. 1908’den önceki mecliste, Sadrâzam, Şeyhül İslâm, Adliye Nâzırı, Serasker, Şura-yı Devlet Reisi, Hâriciye, Dâhiliye, Bahriye, Mâliye, Maarif, Evkaf-ı Hümâyun, Ticâret ve Nâfia Nazırlıkları, Tophâne Müşiri, Müsteşar-ı Sadr-ı Âli bulunurdu. Bunlardan Seraskerle, Tophane Müşiri, müşir (mareşal); diğerleri vezirdi. 1908’den sonraki meclislerde bunlardan bâzıları bulunmazdı. Meclis-i Vükelâ, Osmanlı Devletinin yıkılmasına kadar devâm etti.
Mehter (Mehterân) Osmanlılarda, askerî mûsikîyi icrâ eden topluluk. Farsçada mihter olarak geçen mehter kelimesi, ekber (en büyük), âzâm (pek ulu) mânâsında bir ism-i tafdildir. Kelime Türkçede mehter, çoğulu olarak da mehterân şeklinde kullanılmıştır.
Mehter, bölüklere ayrılır, aynı çalgı âletini çalanlar, alemdârlar birer bölük teşkil ederlerdi. Her bölüğün “ağa” tâbir edilen bir âmiri bulunurdu. Davulcubaşına ise “Baş Mehter Ağa” denirdi. Ayrıca bir de Mehterbaşı vardı. İkinci bir mehterbaşı daha vardır ki, bundan ayrı olup, “Mehterân-ı Hayme” denilen Saray Çadırcılarının başıdır. Mehter teşkilatı, “emir-i alem”e tâbiydi.
Türkiye Selçukluları sultanı İkinci Gıyaseddin Mesud 1284 yılında gönderdiği bir fermanla Osman Gâziye; Eskişehir’den Yenişehir’e kadar bütün Söğüt bölgesi ve havâlisini sancak olarak verdi. Fermanla birlikte Osman Gaziye emirlik alâmeti olan “tuğ”, “alem”, “tabl” ve “nakkâre” de gönderilmişti. Ferman, Osman Gâziye Eskişehir’de bir ikindi vakti takdim edildi. Osman Gâzi ayakta durarak nevbet vurdurdu (çaldırdı). Fâtih Sultan Mehmed Han zamânına kadar nevbet vurulurken pâdişahların ayakta dinlemesi âdetti.
Mehter teşkilâtına bağlı iki türlü mehterhâne vardı. Biri resmî teşkilata bağlı olan çalıcı mehterler, diğerleri esnaf mehterleriydi. Resmî mehter, padişah mehteriydi ki, buna “Mehterhâne-i Tabl-i Âlem-i Hassa” denirdi. Sonraları, mehter sâdece pâdişah ve orduya âit olmaktan çıktı. Her vezir dâiresinde bir mehterhâne bulundurulması âdet oldu.
Fâtih devrindeki mehterhânede dokuz zilzen (zil çalan), dokuz nakkârezen (kudum çalan), dokuz boruzen (boru çalan), dokuz tablzen (davul çalan), dokuz çavuş ve bir iç oğlan vardı. Altmış dört kişilik mehterhane takımına “dokuz kat mehter” adı verilirdi. Pâdişahın mehterleri on iki kat olurdu. On iki kat mehterhânede her çalgıdan on ikişer adet bulunurdu. Pâdişah sefere çıktığı zaman mehter takımı on iki misline çıkarılırdı. Sefer ve harp esnâsında pâdişah mehterhânesi, saltanat sancaklarının altında durup, nevbet vururdu. Bundan başka ikindi vakti, Otağ-ı Hümâyûn önünde nevbet vurmak âdetti.
Hükümdâr mehterleri beş vakit vururlardı. Bundan başka pâdişah cüluslarında, kılıç alaylarında, harplerde zafer haberi geldiği zaman ve arife dîvânlarında nevbet vurulurdu.
Mehterler, harp meydanlarında gece karanlığında bile ordugâh nöbetçilerinin uyumaması için devamlı çalar ve aynı zamanda da “yektir Allah!” diye bağırırlardı. Harp esnâsında ise, pâdişahın veya seraskerin yanında durup, harp boyunca askerin cesâretini arttırmak ve düşmana dehşet vermek için çalardı.
Vezir mehterleri, ikindi ve yatsı namazları kılındıktan sonra olmak üzere, günde iki defâ vururdu. Bunlardan birincisi akşam yemeğinin ikincisi de uykunun işâretini verirdi. Sivil mehterler, kendilerine mahsus nevbet yerlerinde yatsı namazından sonra ve sabahleyin nevbet vururlardı. Eski zamanlarda öğle yemeği, “kuşluk” nâmıyla öğle namazından evvel; akşam yemeği de ikindi namazından sonra yenilir ve yatsı namazından sonra uykuya yatılırdı.
Mehter duâsı:
Allah Allah Celilü’l-Cebbâr, Muînü’s-Settâr, Hâliku’l-leyli ve’n-Nehâr, Lâyezâl, Zü’l-Celâl, birdir Allah! Ânın birliğine, Resûl-ü Enbiyâ Peygamberimiz Cenâb-ı Ahmed-i Mahmûd-u Muhammed Mustafa (Bütün efrâd elleri göğsünde olmak üzere rükûa gelir gibi eğilirler, pâdişah geldiği zaman ise sâdece baş eğer, daha fazla eğilmezler.) Âl-i evlâd-ı Resûl-i Müctebâ imdâd-ı ruhâniyetine! Pîrân mürşidîn, âşıkîn, vâsilîn, hamele-i Kur’ân, güzeştegân, ehl-i îmân ervâhına, avn-ü inâyetine! Halifetü’l-İslâm es-Sultân İbni’s-Sultan bil-cümle İslâmın necât ve seâdet ve selâmetine, pîrler, erenler, üçler, yediler, kırklar, göçenler, demine devrânına “Hû” diyelim “Huuu” denildikten sonra bütün mehter takımı, davul ve zilleri şiddetli vurarak dokuz defâ “Hû” çekerlerdi. Sonunda da üç defâ kös vururlardı.
Mehterin kendine has bir yürüyüşü vardır. Üç adımda bir durur, yarım sağa ve yarım sola dönerdi. Yürüyüş esnasında mehter efrâdı, hep bir ağızdan, “Rahim Allah, Kerîm Allah” derlerdi.
Mehter takımının yürüyüş nizamında merasime iştirak şöyle idi: Önde çorbacıbaşı ünvânını taşıyan ve başında “üskûf” bulunan mehterân bölüğü komutanı, onun arkasında sol tarafta zırhlı muhafızı ile birlikte yeşil sancak, ortada istiklâl alâmeti olan ak sancak, sağ başta ise zırhlı muhafızı ile birlikte kırmızı sancak bulunurdu. Sancakların arkasında ise üçerli koldan üç sıra hâlinde dizilmiş dokuz tuğ gelirdi. Sağ tarafta kırmızı sancağın arkasında, Yeniçerilerin taşıdığı “hücum tuğu” yer alırdı. Tuğlardan sonra ortada mehterbaşı bulunurdu. Mehterbaşından sonra ise sıra ile; mehterin iki katı adedince çevgenler (okuyucular), zurnazenler, boruzenler, nakkârezenler, zilzenler ve davul çalanlar gelmekteydi. En arkada ise at sırtında taşınan kös bulunmaktaydı.
Mehter harp duâsı (Harp gülbankı):
Eûzubillâh, Eûzubillâh... Hüdâ’ya şükr-i bîhad, lâilâhe illallâh! El- melikü’l-Hakku’l-mübîn! Muhammedü’r-Resûlullah, Sâdıkü’l-va’dü’l Emîn! İnnâ Fetehnâ leke fethan mübinâ ve yensurekallâhu nasran azîzâ! Ey pâdişah-ı halifetullah, Es-Selâmu aleyke avnullah! Sensin hâris-i dîn-i mübîn, hâris-i Şerîatullah! Uğrun açık olsun ey Pâdişahım, Emr-i ikbâlin mecid! Hûdâ kılıcını keskin eylesin, nûr-ı şân satvetine gün gibi medîd! Rûh-ı pâk-ı Fahrî âlemi hoşnûd etsin; Hak, gazâ-yı ekberin etsin mübârek ve saîd...
Takımın içinden evvelce seçilmiş dik ve güzel sesli biri tiz perdeden:
“Nasrunminallahi ve fethün karîb. Ve beşşiri’l-mü’minîn” âyetini okur. Üç defâ “Allah” diyecek kadar dururdu. Sonra bütün âletlerle beraber davullar ve kösler hafif vurarak ve devamlı teramole yaptığı sırada hep bir ağızdan “Allah Allah” deyince susarlar, gülbank devam ederdi.
“Eli kan, kılıcı kan, sinesi üryân, ciğeri püryân, meydân-ı şehâdette Allah yoluna revân. Gazâ-yı şühedâya Cemâl-i Hak görünür ıyân. Kahrımız, gazabımız düşmana ziyân!
Yâ Rahmân! denilerek eyyâm-ı âdiye gülbankındaki “Resûl-i Enbiyâ” kısmına geçilir ve aynı şekilde “Hû diyelim Hû!” diyerek bitirilirdi.
Sonra, bâzan “Yektir Allah”, bâzan da “Ya Fettâh” diye haykırırlar ve baş eğerek geriye döner ve dağılırlardı.
Mehter marşları “Vakt-i sürûru sefâ”:
Mehterân dâire şeklinde nevbet nizâmını teşkil ederler, nakkârezenlerin oturup, diğerlerinin ayakta durmasıyla da hilâl görünümü verirlerdi. Kösler hilâlin orta ilerisine konurdu. İçoğlan Başçavuşu, mehter faslı başlamadan önce dâireden çıkarak ortaya gelir ve:
“Vakt-i sürûru sefâ, Mehterbaşı Ağa! Hey! Hey!” diye bağırırdı. Bu sırada hazır bulunanların dikkatlerini çekmek için nakkarelerle, sofyan usülünde üç tempo atılırdı. Nakkareler çalarken de, Mehterbaşı Ağa mehterin önüne gelir:
“Merhabâ ey mehterân!” der ve sağ elini göğsüne koyarak mehteri selâmlardı. Mehterân da hep beraber sağ ellerini göğüsleri üzerine koyarak koro hâlinde:
“Merhabâ, Mehterbaşı Ağa!” diyerek karşılık verirlerdi. Daha sonra Mehterbaşı Ağa:
“Hasduuur!” diyerek çalınacak makamı ve eserin adını söylerdi. (Meselâ: “Der fasl-ı Acem âşirân, cihâd-ı ekber marş!” derdi.) Hemen arkasından:
“Haydi ya Allah!” diyerek mehteri icrâya geçirirdi.
Nevbet bitince mehter gülbankı (duâsı) okunur ve fasl sona ererdi.
Mehterin Avrupa’ya tesiri:
Avrupalılarca, on sekizinci asırdan îtibâren “Yeniçeri müziği” diye adlandırılan müzik; evvela, benimsenmiş, bilâhare Polonya, sonra Avusturya ve daha sonraları bütün Avrupa’da onların tâbiriyle Yeniçeri bandoları kurulmuştur.
Bestekâr Mozart ve Hayd da, mehter mûsikîsinin tesirinde kalarak, meşhur bestelerini meydana getirmişlerdir. Alman besteci Beethoven, “Büyük Senfoni”sinin son bölümünü, mehterin kös, davul ve zurnasıyla seslendirmiştir. Beethoven, “Türk Marşı”nı mehterin bir cenk havasından adapte etti. Avusturyalı bestekâr Mozart’ın “Türk Marşı”, Türk askerlerinin “Allah Allah” nidâlarının, nakarat olarak tekrarından müteşekkildir. Viyana Kraliyet orkestra Şefi Gluck bu yıllarda, sarayda verdiği konserlerinde, repertuvarına mehter bestelerini almış ve orkestrasında çaldırmıştır. Alman bestekâr Wagner, bir mehter konserini dinlerken heyecanlanmış, kendini tutamayarak “İşte mûsikî buna derler!” demiştir.
Mehter mûsikîsi gibi, mehter teşkilâtı da Avrupa’ya tesir etti. On sekizinci yüzyıl içinde önce Avusturyalılar, sonra Prusyalılar, daha sonra da Ruslar, Almanlar ve Fransızlar mehter teşkilâtına benzer mızıka takımlarını kurdular.
Osmanlı Devletinin ömrü boyunca, gittikçe mükemmelleşen mehter, Yeniçeri ocağının lağvı ile beraber yerini “Mızıka-i Hümâyûna” bıraktı.
Günümüzde mehter:
Mehter, 1911’de Ahmed Muhtar Paşa tarafından “Mehterhâne-i Hâkânî” adıyle yeniden kuruldu. 1914’te kuruluş tamamlandı. Birinci Dünyâ Harbinde Başkumandan Vekili Enver Paşanın emriyle teşkilât orduya tamîm edildi. İstiklâl Harbinde de mehterhâne hizmet verdi. Cumhûriyetin îlânından sonra, Millî Savunma Bakanı, mehteri saltanat alâmeti sayarak lağvetti. 1950’den sonra, Genelkurmay Başkanı Nuri Yamut’un direktif ve desteğiyle mehterin yeniden tesisi çalışmaları başladı. 1953’te yeniden tesis edildi. Daha sonraları çeşitli okul, dernek ve kuruluşlar da mehter takımları kurdular. 12 Eylül 1980 Harekâtından sonra, yalnız Genelkurmay Başkanlığı Harp Dâiresi Askerî Müze Müdürlüğü bünyesindeki mehteran bölüğü, faaliyetine devam etmektedir. İstanbul’daki Askerî Müze’de Pazartesi, Salı hariç, haftanın her günü, saat 15.00-16.00 arasında Mehterbaşının idaresinde bir saat çalmaktadır. Bilhassa turistler ve meraklılar büyük alâka göstermektedirler.
Mehter marşı
Yürekler kabarık gözlerde damla Mehteri saygıyla dur da selamla Bir huşû içinde dinle Gülbankı Sesleniyor târih bu ses o yankı
Sen böyle yürürken tuğla, sancakla Türkün zaferleri geliyor akla
Asırlar boyunca inledi Serhat Doğudan batıya, Yemen, Belgrat Duyarak bakışan gözler görüyor Fâtih, Topkapı’dan şehre giriyor.
Sen böyle yürürken tuğla, sancakla Türkün zaferleri geliyor akla.
Mekteb-i Osmânî Askerî öğrenim gâyesiyle Avrupa’ya gönderilen talebeler için, Paris’te açılan Türk okulunun adı. On dokuzuncu yüzyılda Avrupa devletlerinde ilim ve teknikte görülen ilerlemeyi alabilmek için kâbiliyetli talebelerin seçilip tahsile gönderilmesi önem kazanmıştı. Bunların sayısının çoğalması ile idâresi ve daha verimli tahsil yapabilme çârelerinin düşünülmesi neticesinde Paris’te, Krenal Mahallesinde 1856 yılında bu okul açıldı. İdârecilerinin Türk olduğu bu okulun önemli bir görevi de talebelerin örf-âdetlerine, dinlerine bağlılıklarını muhâfaza ettirerek, terbiyelerini korumaktı. Öğretmenleri Fransız, mevcudu 60 kişi olan okulda, Paris Askerî Lisesinin programı uygulanırdı. İlk müdür, öğrenimini Viyana’da yapan Ali Nizâmî Paşadır. 1870 Alman-Fransız Harbinin çıkması ve 1867’de Fransızca tedrîsât yapacak Mekteb-i Sultanî (Galatasaray Lisesi)nin açılmış olması gibi sebeplerle Mekteb-i Osmânî, 1874’te kapatıldı. Aynı sene İstanbul’da Askerî Rüşdiye açıldı.
Miskinhâne Cüzzamlı hastaların halkla temâsına mâni olmak için yaptırılan özel binâlara verilen ad. Halk arasında Miskinler dergâhı ve Miskinler tekkesi denilmektedir.
Sosyal devlet anlayışının en iyi örneklerinin müşâhade edildiği Osmanlı Devletinde düşkünler, hastalar, hattâ hayvanlar için vakıflar kurulmuş, onlara insanca muâmele edilmişti. Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) zamanında, Karacaahmed’in ortasında cüzzamlılar için dokuz hânelik binâlar yapıldı. Sultan İkinci Mahmûd Han (1808-1839) zamânında bunlara ilâve on bir ev daha eklenerek genişletildi. Miskinhâne denilen bu yerdeki hastalara, Evkaf (Vakıflar) Nezâreti tarafından ayrıca istihkak verildiğinden geçimleri garanti altına alındı. Her miskine Üsküdar imâretinden günde iki ekmek, sabahları çorba, akşamları çorba, et, pilav ve haftada iki gün tatlı verilirdi.
Miskinhâneler 1908 inkılâbından sonra kapatıldı. Halk arasında çalışmayan tembellerin toplandıkları yerlere de miskinhâne denmektedir.
Mühendishâne Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyun
Osmanlı donanmasına deniz subayı yetiştirmek için kurulan okul.
On yedinci yüzyılın başından îtibâren dünyâ denizciliğinde büyük gelişmelerin ve keşiflerin ortaya çıkması ile Avrupalı devletler modern gemilere ve yetişmiş bir presonele sâhip olmaya başladılar. Bu sıralarda Osmanlı Devletinde duraklama devri göze çarpıyordu. 1774 Çeşme deniz mağlubiyetiyle Osmanlı Devletinde deniz muhârebe sanatında mâhir denizciye olan ihtiyaç açık bir şekilde ortaya çıktı. Bu sebeple 1734 yılında Sultan Birinci Mahmûd zamânındaÜsküdar’da kara ve deniz okullarına esas olan bir mühendishâne (askerî mektep) açıldı. Fakat bozulmuş olan yeniçerilerden çekinildiği için hemen kapandı.
Bilâhare 1776’da Kasımpaşa’daki tersânede Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn adıyla bir sınıf açıldı. Deniz Harp Okulunun kuruluş yılı bu târih olarak kabul edilmektedir. (Bkz. Harp Okulları)
Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyun
Topçu ve istihkâm subayı yetiştiren okul.
Osmanlı Devleti yükselme devrinden sonra, bilhassa başta 1683 Viyana bozgunu olmak üzere, birbirini tâkip eden mağlûbiyetlerle karşılaştı. Bu durum, askerî sâhada yeni bilgilerle mücehhez bir orduya sâhip olma zarûretini ortaya çıkardı. Bu sebeple orduda ilk defâ modern bilgilerle tâlim ve terbiye, 1728’de Sultan Üçüncü Ahmed zamânında humbaracı (topçu) sınıfında başladı. Sonra 1734’te Sultan Birinci Mahmûd, Üsküdar’da bir Mühendishâne (mühendis mektebi) açtı. Mühendishâne 1759’da Kâğıthâne’den Karaağaç’a nakledildi. 1784’te BirinciAbdülhamîd zamânında Mühendishâne-i Bahrî-i Hümâyûn ve Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn olmak üzere ikiye ayrıldı. Mühendishâne-i Berrî-i Hümâyûn, topçu ve istihkâm subayı, askerî mühendis yetiştirmeye devâm etti. 1793’te Kasımpaşa’dan Eyüp’teki Bahâriye Sarayına, sonra Hasköy’e, daha sonra Maçka’ya taşındı. 1796’da Üçüncü Selim zamânında Mühendishâneye kırk talebe alındı. Cebir, trigonometri (ilm-i müsellesât), mekânik, atıcılık, hey’et (astronomi), harp târihi, hendese, coğrafya ve istihkâmcılık okunan dersler arasındaydı.
Mühendishâne, yüksek matematik okutan tek mektep olduğundan ve asker arasında yüksek matematik okuyanlara Erkân-ı Harp denildiğinden, Mühendishânenin ilk mezunları, Sultan İkinciMahmûd zamânında kurulan Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye ordusunda, Erkân-ı Harplik (kurmaylık) vazîfesine tâyin edildiler.
Mühendishânenin başında nâzır denilen bir yetkili bulunmakla berâber, esas sevk ve idâreyi baş hoca adındaki vazîfeli yapardı. Baş hoca, baş mühendis ve Mühendishânenin en bilgili ve lisan bilen subayı idi. Talebenin tâlim ve terbiyesi (eğitim-öğretim) ve idâresi ile meşgûl olurdu. Mühendishânede başhocalık yapanlar arasında en meşhûru İshak Efendidir. Fen ilimlerinde mütehassıs, lisan bilen bu zâtın koyduğu fennî ıstılahlardan bâzısı, dilimizde hâlâ kullanılmaktadır. 1830 senesinde Sultan Üçüncü Selim’e Mühendishânenin ıslâhı husûsunda bir lâyiha (rapor) vermiştir.
Mühendishânenin (mektebin) iki kat üzerine dört dershânesi, hocalara mahsus odaları, kütüphânesi ve matbaası vardı.
1834’te Harbiye Mektebi açıldığında Harbiyeye ve Mühendishâneye hoca, askerî fabrikalara teknik eleman yetiştirmek üzere Mühendishâne hocalarından iki zâbit (subay) ile on talebe tahsil için Avrupa’ya gönderildi. Dönenler orada öğrendiklerini öğretmeye ve tatbike başladılar.
Avrupa’da tahsilini tamamlayıp dönen tophâne nâzırı Bekir Paşanın teklifiyle bir nizâmnâme çıkarıldı. Buna göre, 64 senelik Mühendishâne, topçu ve mîmar yâni istihkâm mektebine çevrildi. Mevcut mektep idâdî kabul edilip, ayrıca dört senelik Harbiye ve mîmar sınıfları açıldı ve binâya ilâveler yapılarak, Avrupa askerî mekteplerindeki gibi fen dersleri okutulmaya başlandı.
Yine mektebin hoca ihtiyâcını gidermek için çeşitli târihlerde Avrupa’nın muhtelif merkezlerine pekçok zâbit gönderildi. Bununla berâber topçu mektebini daha da geliştirmek için Avrupa’dan mütehassıslar getirildi.
1864’te bütün askerî idâdîlerin Galatasaray’da birleştirilmesi karârı üzerine, topçu mektebi de Galatasaray’a nakledildi. Ancak 1867’de Galatasaray’daki İdâdî-i Umûmî, Kuleli Kışlasına kaldırılarak Galatasaray’da sivil mâhiyette ve Mekteb-i Sultânî adı ile umûmî bir idâdî açıldı.
1871’de ise, harbiye öğrencileri, tatbîkâtlı tâlim yaparak mesleklerinde yetişebilmeleri için Harbiye Mektebine nakledildiler. 1878’de Harbiye’deki topçu ve istihkâm sınıfları tekrar Harbiye’den ayrılıp mekteplerine döndüler.
Mühendishâne-i Berrî-i hümâyûn, Yüksek Mühendis Mektebi adıyla kurulup, 1944’te İstanbul Teknik Üniversitesi adını alan okulun çekirdeğini teşkil etmiştir.
Mühendishâne-i Sultânî
Sultan Üçüncü Selim Han (1789-1807) zamânında, fen bilgileri öğretmek için açılan okul. Pâdişâh olduğu andan îtibâren bir takım ıslâhatlara teşebbüs eden Üçüncü Selim Han, açtığı okullarla dikkat çeken bir pâdişahtır. Okul, Enderun ağalarının kâbiliyetli ve en genç olanlarının seçilip, başlarına fennî ilimleri çok iyi bilen öğretmenlerin tâyin edilmesiyle, 1792-93 senesinde Eyüp Bahariye’deki sarayda öğretime başladı.
Burada iki yıl öğretim gören talebelerden fen dallarında öğrenim yapabilecek seviyeye gelenler Mühendishâne-i Bahri-i hümâyûna gönderilirdi.
| |
| | | AyMaRaLCaN Admin
Üyelik tarihi : 11/06/08
Mesaj Sayısı : 12267
Rep Gücü : 29249
Rep Puani : 235
| Konu: Geri: Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. Perş. Ağus. 09, 2012 8:12 pm | |
| Mülkiye Siyasal Bilgiler Fakültesinin eski adı. Mekteb-i Mülkiye, Mülkiye de denir. Asker olmayan memur sınıfı.
Osmanlı Devletinde ilk Mekteb-i Mülkiye, kaymakam, müdür gibi devletin idârî kademelerinde görev alacak kimseleri yetiştirmek maksadıyla, 28 Ocak 1859 da kurulmuştur. Öğretim süresi iki yıl olan okula, öğrenciler imtihânla alınırdı. Öğretim programlarında kültür ve meslek dersleri, yâni kânunlar ve iktisat dersleri de konulmuştur. Bir müddet sonra okulun öğretim süresi dört yıla çıkarıldı. Coğrafya, hesap, ekonomi ve politika derslerine ilâve olarak muhâsebe, devletler hukûku ve Fransızca öğretilmeye başlandı. 1891’de okulun öğretim seviyesi biraz daha iyileştirildi.
Sultan İkinci Abdülhamîd Han, talebeleri çalışmaya teşvik etmek için, Mekteb-i Mülkiyeyi birincilikle bitireni saraya kâtip olarak alırdı.
1900 yılında, Mülkiye’nin çatısı altında Dârül-fünûnun İlâhiyat, Edebiyat, Riyâziyât (Matematik), Tabakat (Jeoloji) şûbeleri (fakülteleri) açıldı. Bu düzenleme ile Mülkiye, Dârülfünûnun bir fakültesi durumuna geldi. 1915’e kadar yatılı olan okul, bu târihten 1918’e kadar yatılı olmaktan çıkarıldı ise de, kuruluş gâyesiyle bağdaşmadığından 1918’de tekrar yatılı hâle getirildi.
Müslüman Türklerde Medrese Câmilerden ayrı olarak kurulan eğitim müesseselerine; Emevîler devrinde “Mektep”, Abbâsîler devrinde “Beytülhikme”, “Beytülilim”, “Darülilim”, Türkler (Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar) döneminde “Medrese” adı verilmiştir.
İslâm târihçilerinin medresenin ilk kurucusu olarak Nizâmülmülk üzerinde ittifak ettikleri ileri sürülürse de bundan önce, Nişabur’da Beyhakiye Medresesinin varlığından bahsedilir. Gerçekte Nizamülmülk’ten önce Gazneli Mahmûd (M. 999-1030) Gazne’de ve kardeşi Nasır bin Sebüktekin, M. 1033 yılında Nişabur’da medrese yaptırmışlardır. Ancak bunlardan önce de bâzı husûsî mâhiyette medreselerin mevcûd olduğu bilinmektedir. Ebû Hâtimü’l-Bustî (v. 965) kendi kütüphânesini medrese hâline getirmiş, yanına da yabancı talebelerin barınacakları bir tesis kurmuştu. Nişabur’da Şâfiî fakîhi En- Nîşâbûrî (v. 960) için medrese yapılmıştı. Diğer taraftan Ebû Aliyyü’l- Hüseynî (v. 1002) din fıkıh kürsüsü, bunlar arasında sayılabilir. “El-Medresetü’l-Ehliyye” denilen hususî medreseleri teşkil eden bu eğitim kurumları, o devirde yaygın olan Şiîlik cereyânına karşı Sünnîliği müdafaa ve yaymak için kurulmuş müesseselerdi.
İslâm dünyâsında medrese teşkilâtının kuruluş ve gelişmesinde en büyük hisse şüphesiz büyük Selçuklu Türklerine âitti. Gerçekten medreselerin geniş anlamda, devlet eliyle kurulması, tahsilin parasız olması ve medrese teşkilâtının en küçük ayrıntılara kadar tesbiti, Selçukluların eseridir. Selçuklular medreseleri, hem ilmin gelişmesini sağlamak, hem ilmiye mensuplarına maaş bağlayarak onları devletin yanında tutmak husûsiyle Fâtimîlerin Şiîlik propagandaları ve diğer râfizî telâkkîlere karşı Sünniliği müdâfaa ve yaymak gâyesiyle kurmuşlardır.
Önce Alparslan’ın, sonra Melikşah’ın veziri olan meşhur Siyâsetnâme adlı kitabın yazarı Nizâmülmülk, ilk medresesini Nizâmiye Medresesi adı ile Bağdat şehrinde kurdu. Dicle kenarında 1064 yılında temeli atılan medrese, iki sene sonra tamamlanarak 1067’de eğitim ve öğretime açıldı. Medresenin müderrisliğine de ilk olarak zamanın en büyük âlimlerinden olan Ebû İshak Şirazî tâyin edildi. Bundan sonra İslâm dünyâsında medrese kurma faaliyetleri hızlanmaya, köylere varıncaya kadar Nizamiye Medreseleri açılmaya başlandı. Türk milletinin bu örnek müesseseleri, küçük farklarla, İslâm dünyâsının her tarafına birer feyz kaynağı biçiminde yayıldı. Daha sonra Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar da, bu müesseseleri geliştirerek devam ettirdiler. Medreselerde yalnız din ilimleri tahsil edilmezdi. Yerine göre, zamanın hey’et (astronomi), hesap (matematik), hendese (geometri), hikmet, tıp gibi ilimlerine de mühim yer verilirdi.
Selçuklular döneminde Nizâmiye Medreseleri adıyla kurulan umumî medreselerin yanında ihtisas eğitimi yapan, medreseler kuruldu. Bunlar hizmet ve gâyeleri bakımından; Dârülhadîs, Dârülkurrâ ve Dârüttıb diye üçe ayrılırdı:
1. Dârülhadîs medreseleri; hadîs-i şerîflerin tedrîs ve tedkikine tahsis edilen medreselerdir. Bu medreselerin ilki, Haleb Atabeklerinden Nûreddîn Mahmûd bin Zengî tarafından Şam’da açılan En-Nûriyye Medresesidir. İkincisi, Musul’da açıldı. Daha sonra pekçok yerde Dârülhadîs medreseleri açılmıştır. Türkiye Selçukluları vezîri Sâhib Atâ’nın Konya’da açtığı İnce Minâre Medresesi ile İlhanlı vezîri Şemseddîn Cüveynî’nin Sivas’ta açtığı Çifte Minâre Medresesi bunlardandır.
2. Dârülkurrâ medreseleri, Kur’ân-ı kerîm ile alâkalı ilimlerin öğretildiği medreselerdir. Çok öncelerde kurulan bu medreseler, Anadolu Selçukluları ve Karamanoğullarında da devâm etmiş ve bunlara; Dârulhuffâz denmiştir. Bu medreselerden sâdece Konya’da Sâhib Atâ, Ferhûniye, Sa’deddîn Ömer, Nâsuh Bey, Hacı Yahyâ Bey, Hoca Selmân ve Hacı Şemseddîn gibi çeşitli Dârulhuffâz medreseleri açılmış ve diğer İslâm beldelerinde de yaygınlaştırılmıştır.
3. Dârüttıb medreseleri ise, tıb eğitimi ve hasta tedâvisinin birlikte yapıldığı medreselerdir. Bunlara; Dârüttıb, Dârüşşifâ, Dârussıhha, Dârulmerza, Dârulâfiye, Mâristân, Bîmâristân gibi adlar verilmiştir. Bilhassa Anadolu’da birçok Dârüşşifâ kurulmuştur. Selçuklular döneminde: Kayseri’de Gevher Nesîbe (1205), Sivas’ta Birinci Keykâvus (1217), Divriği’de Turan Melike Hanım (1288); İlhanlılar devrinde: Amasya Dârüşşifâsı (1308) açılmıştır. Silvan’da Bîmâristân-ı Fârûkî ve Mardin’de Artukoğullarından Necmeddîn İlgâzi’nin (1108 ve 1122) Mâristân adlı dârüşşifâsı hizmet veriyordu. Osmanlılar döneminde de dârüşşifâ yapımına devâm edilerek, bilhassa Bursa’da Yıldırım Dârüşşifâsı, İstanbul’da Fâtih, Haseki Sultan, Atik Vâlide, Edirne’de İkinci Bâyezîd, Manisa’da Vâlide Sultan dârüşşifâları kuruldu. Hele Süleymâniye Tıp Medresesi, başlı başına bir merhâle kabûl edilmektedir. Bu dârüşşifâlar aynı zamanda hastahâne olarak faaliyet göstermiştir.
Osmanlı medreseleri: Bütün İslâm dünyâsında olduğu gibi, Osmanlılarda da eğitim ve öğretim umûmî ölçüde medreselere dayanmaktadır. Osmanlılarda medreseye gidecek bir talebe, beş altı yaşında sıbyan mekteplerine alınır ve alfabe (elifba), yazı okuma, Kur’ân-ı kerîm ve “âmâl-i erbaa” denilen dörtişlem problemleri öğretilirdi. Osmanlılarda sıbyan mektepleri, köylere varıncaya kadar her yere yayılmıştı. On beş ve on altıncı asırlarda sâdece İstanbul’da iki bin sıbyan mektebi vardı. Koskoca Osmanlı Devletinde, o geniş sınırları içinde düşünecek olursak, ülkedeki sıbyan mekteplerinin yüz binleri bulacağı kolaylıkla tahmin edilebilir. On altıncı asırda Osmanlı ülkesinin pekçok kısmını gezen bir Fransız seyyahı, her köyde mektebe rastlamış ve ilk tahsilin Osmanlılarda garp (batı) memleketleriyle mukâyese edilemeyecek derecede çok ileri olduğunu hayretle görmüştür. Buralara câmi ve mescidlerde yapılan ilköğretim ve eğitim faaliyetleri de ilâve edilirse, Osmanlılarda yaygın bir eğitim ve öğretimin varlığı anlaşılır.
Osmanlı maarif teşkilâtında yüksek seviyede eğitim ve öğretimi gerçekleştiren müesseseler, şüphesiz medreselerdi. Osmanlı medreseleri sıbyan mekteplerine dayalı orta ve yüksek öğretim kurumlarıydı. Tapu ve evkaf kayıtlarına göre, orta ve yüksek öğretim yapan medrese sayısı binden fazlaydı. İstanbul’da: Süleymâniye, Fâtih, Ayasofya, Şehzâde, Haseki, Eyüp, İkinci Bâyezid, Mihrimah Sultan, Yavuz Selim, Atik Ali Paşa, Cafer Ağa, Yahya Efendi, Zeyrek, Vefa, Vâlide-i Cedîd Üç Baş Medreseleri; Edirne’de: Selimiye, Üç Şerefeli medreseleri; Bursa’da: Murâdiye, Yıldırım Bâyezîd, Çelebi Mehmed medreseleri; Şam’da: Süleyman Han Medresesi; Bosna’da: Hüsrev Bey Medresesi; Amasya’da: Hüsamiye, İkinci Bâyezîd medreseleri; Manisa’da: Murâdiye ve Hâtuniye medreseleri; Trabzon’da: Hâtuniye Medresesi; Mekke’de: Sultan Süleyman Han Medresesi; İznik’te: Orhan Gâzi Medresesi; Diyarbakır’da: Mesudiye Medresesi; Konya’da: Nalıncı, Karatay ve Sahip Ata Medresesi; Halep’te: Hüsrev Paşa Medresesi; Üsküp’te: İshak Paşa Medresesi; Ankara’da: Safiyye ve Ak Medrese ile memleketin daha birçok şehrinde çeşitli medreseler vardı.
Osmanlı medreselerinde teşkilâtlanma: Osmanlı medreseleri, teşkilâtlanmada kendinden önceki İslâm medreselerinde olduğu gibi, gâye ve gördüğü hizmetler bakımından birbirinden farklı özellikler göstermiş olsalar bile, esasta umûmî ve ihtisâs medreseleri olarak ikiye ayrılır.
Umûmî Medreseler: Umûmî olarak kadı, müderris ve müftü yetiştirmek maksadıyla kurulmuşlardır. Kendi aralarında; Yirmili, Otuzlu, Kırklı, Ellili, Altmışlı ve Altmış Üstü medreseleri olarak isimlendirilmişlerdir.
İhtisas medresesi ise, doğrudan doğruya ayrıca ihtisâsı gerektiren din ilimlerinden birini, yahut da fen ilimlerinden birini hedef alan ve o ilmin tahsiline mahsus metodla öğretim faâliyetinde bulunan medreselerdir. İhtisas medreseleri de kendi aralarında üç gruba ayrılırdı:
1. Dârülhadîsler: Özellikle Muhammed (aleyhisselâmın) söz, fiil ve takrirlerinden meydana gelen hadîslerin tahsil edildiği yerdir. Osmanlılarda Dârülhadîs, ilk defâ Birinci Murâd devrinde Çandarlı Hayreddin Paşa tarafından İznik’te ve İkinci Murâd tarafından Edirne’de yaptırılmıştır. Bunları tâkiben sonraki asırlarda çeşitli Dârülhadîsler tesis edilmiştir. Kurulan Dârülhadîsler içerisinde en önemlisi, İstanbul’daki Süleymâniye Dârülhadîsiydi. Osmanlı Dârülhadîslerinde ders kitabı olarak hadis’ten; Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslîm ve Meşârik gibi eserlerle bunların şerhleri ve Usûl-i Hadise dâir eserler okutulurdu. Öğretim üyelerine de hadîsle meşgul olduklarından dolayı “muhaddis” veya “müderris” denirdi. Buralarda talebe olabilmek için umûmî medreseleri tamamlamak gerekirdi.
2. Tıp medreseleri (Dârüşşifâlar): Bunlardan dâhiliye, göz ve diş doktoruyla eczâcılar yetişirdi. Tedrisâtta ders kitabı olarak Osmanlı devri tabiplerince yazılmış eserler okutulurdu. Eğitim ve öğretim tatbikatlı olarak yapılırdı. Osmanlılarda tıp medreseleri, Bursa, İstanbul, Edirne ve Manisa’da kurulmuştu. İçlerinde en önemlisi, İstanbul’da kurulan ve müstakil olup, tıp târihinde önemli bir merhale kabul edilen Süleymâniye Tıp Medresesidir.
3. Dârülkurrâlar: Bu medreselerden câmi görevlileri yetişirdi. Sıbyan mektebini bitiren bir öğrenci önce aşağı seviyede bir dârülkurrâya alınır, burayı bitirince yüksek seviyedeki darülkurrâlara devâm ederdi. Buralarda ilm-i kırâat ve ilm-i meharici’l-hurûf (tecvit ilmi ve hâfızlık) öğretilirdi. Buradan diploma alanlar; hâfız, hatip, imam ve müezzin olurdu. Bu medreselerde; ilm-i kırâattan Ebû Muhammed Şâtıbî’nin Şâtıbî diye şöhret bulan Kaside-i Lâmiye’si ve Cezerî’nin ona yazdığı Fethü’l-Vâhid adlı şerhi okutulurdu. Evliyâ Çelebi’nin beyânına göre, Osmanlılarda ilk dârülkurrayı Yıldırım Bâyezîd Bursa’da açmıştır. İstanbul’da ise bütün selâtin câmilerin yanında birer dârülkurrâ bulunurdu. Bunlardan en önemlisi de Süleymâniye Dârülkurrâsı idi. Dârülkurrâlarda okunan dersler, tekrar sûretiyle ve câmilerde tatbikatlı yapılırdı.
Osmanlılarda yüksek ihtisâs yapılan Mütehassisîn medreseleri de vardı. Bir tânesi İstanbul’da Yavuz Selim Câmii yanındaydı.
Osmanlı medreselerinde okunan dersler ve kitaplar: Bâzı otobiyografilerden ve Fâtih Kânunnamesi’nden tesbit edilebildiğine göre on beş ve on altıncı asır Osmanlı medreselerinde şu temel ilimler ve eserler okutuluyordu:
Yirmili Medreseler (Hâşiye-i Tecrid medreseleri): Bu medreselerde ders kitabı olarak Kelâm’dan Hâşiye-i Tecrid’in okutulmasından dolayı bu ismi almıştır. Bunların tahsil müddeti iki yıldır. Okunan ders ve kitaplar: Belâgat dersinden Mutavvel; Kelâm’dan: Hâşiye-i Tecrid; Fıkıh’tan: Şerh-i Ferâiz. Bu eserlerden Mutavvel ve Şerh-i Ferâiz’i tamâmıyla; Hâşiye-i Tecrid’i, başından Umûr-i Amme bölümüne kadar okuturlardı. Ancak talebelerin bu ilim ve kitapları anlayabilmeleri için Sarftan, Emsile, Bina, Maksud, İzzi, Merâh; Nahv’den Avamil, İzhar, Kâfiye gibi gramer kitaplarını; Şerh-i Şemsiyye, Şerh-i Tevâlî, Şerh-i Metâli, Şerh-i İsâgûci gibi mantık kitaplarını ve usûl-i fıkha âit Telvih gibi eserlerin tamâmı veya bir kısmı okutuluyordu.
Otuzlu Medreseler (Miftah Medreseleri): Bu medreselerde, Belâgattan Şerh-i Miftâh’ın okutulmasından dolayı bu ismi almıştır. Bunların tahsil müddeti, önceleri iki seneyken sonradan bir seneden daha aza düşürülmüştür. Bu medreselerde okutulan ders kitapları: Fıkıh’tan: Tenkîh ve Tavzîh; Belâgat’tan: Şerh-i Miftâh; Kelâm’dan: Hâşiye-i Tecrîd; Hadis’ten: Mesâbih kitaplarıydı. Bu eserlerden Hâşiye-i Tecrid’i, Umur-i Amme’den Vücud ve İmkân bahsine kadar; Sadr-us-Şeria’yı, Kitab-ı Bûyu’a kadar; Şerh-i Miftah’ı, Mebâhîs-i İcâb ve İtnâb’a kadar ve Mesâbih’i iki kere okuturlardı.
Kırklı Medreseler: Bunların tahsil müddeti iki üç yıl arasında değişirdi. Sonradan bu müddet azaltıldı. Bu medreselerde okutulan ders ve kitaplar: Belâgat’tan; Miftâhu’l-Ulûm; Usûl-i Fıkıh’tan; Tavzîh (Teftezânî); Fıkıh’tan; Sadru’ş-Şeria, Meşarik; Hadis’ten; Mesâbih (Begâvî) okutulurdu. Bunlardan başka başlangıçta; Meâni’den Şerh-i Miftâh; ortasında Kelâm’dan Şerh-i Mevâkıf ve yüksek derecesinde Fıkıhtan Hidâye ile İbn-i Hâcib’in Nahve âit El-Kâfiye fi’n-Nahv adlı eseri okutulurdu. Bu eserlerden Hadis’ten Mesâbih’i başından Kitâb-ı Büyu’a kadar; Kelâm’dan Şerh-i Mevâkıf’ın, Vücud ve İmkân bahsinden İrâz bahsine kadar; Fıkıh’tan Sadru’ş-Şeria’nın bir kısmı ve Şerh-i Miftâh’ın bâzı yerleri okutulurdu.
Ellili Medreseler: Bu medreseler Hâriç ve Dâhil medreseler olarak ikiye ayrılmaktadırlar. Hâriç Medreseleri: Bunlarda okutulan ders ve kitaplar Fıkıh’tan, Hidâye; Kelâm’dan, Şerh-i Mevâkıf; Hadis’ten, Mesâbih (Begâvî) okutuluyordu. Dâhil Medreseleri: Bu medreselerde tahsil müddeti önceleri bir yılken sonra altı aya indirildi. Tedrisatta okutulan ders ve kitaplar: Fıkıh’tan, Hidâye; Usul-i Fıkıh’tan, Telvîh; Hadis’ten, Buhârî; Tefsirden, Keşşâf ve Beydâvî okutuluyordu. Bu eserlerden Buhârî’nin birinci cildi; Hidâye’nin “Kitab-ı Zekât’tan, Kitab-ı Hacc’a kadar olan bölümü ve Telvîh baştan Taksim-i Evvel’e kadar okutuluyordu.
Sahn-ı Seman Medreseleri: Önceleri tahsil müddeti bir seneyken sonradan altı aya indirilen bu medreselerde şu ders kitapları okutuldu. Fıkıhtan, Hidâye; Usul-i Fıkıh’tan, Telvîh ve Şerh-i Adûd; Hadis’ten; Sahih-i Buhârî; Tefsir’den, Keşşâf ve Beydâvî okutuluyordu. Bu eserlerden Sahih-i Buhârî’yi baştan sonuna kadar; Hidâye’nin Kitab-ı Nikâh bölümünden, Kitâb-ı Büyû’a kadar olan kısmını ve Telvîh’in Taksim-i Evvel’inden Mebâhis-i Ahkâm’a kadar; Kâdı Beydâvî Tefsiri’nden de başta Bakara Sûresi olmak üzere belli sûreler okutuluyordu.
Altmışlı Medreseler: Bu medreselerin tahsil müddeti bir senedir. Fıkıhtan, Hidâye ve Şerh-i Ferâiz; Kelâm’dan; Şerh-i Mevâkıf; Hadisten, Buhârî; Tefsir’den, Keşşâf; Usul-i Fıkıh’tan, Telvîh okutulan belli başlı eserlerdir. Bunlardan: Buhârî’nin üçte birini; Hidâye’nin, Kitâb-ı Büyû’dan Kitab-ı Şufaya kadar olan kısmını; Telvîh’ten Mebâhîs-i Ahkâm kısmından sonuna kadar olan bölümünü; başından Tashih bahsine kadar Şerh-i Feraiz’i ve Şerh-i Mevâkıf’ın tamâmı okutulurdu. Altmış üstü medreselerde durum altmışlı medreseler gibiydi.
Medreselerde fen eğitimi: Osmanlı medreselerinde yüksek din bilgileri yanında zamanın yüksek fen bilgileri de öğretiliyordu. Fen bilgilerinden şu kitaplar okutuluyordu: Hendese (Geometri)den: Allame Şemseddin Semerkandî’nin Eşkâlü’t-Te’sîs isimli geometri prensipleri ve üçgenlerin hususiyetlerini anlatan eseri; Aritmetik ve Cebir’den, Yine aynı müellefin Muhtasar fi’l-Hisâb isimli eseri; Hesap’tan, Bağdatlı İmadüddin bin Abdullah tarafından yazılan Risâle-i Bahâiye (El-Fevâidü’l-Behâiye) adı ile anılan meşhur hesap kitabı; yine Hesaptan meşhur âlim Ali Kuşçu’nun Risâle-i Muhammediye adlı eseri; Hey’et (Astronomi)ten, Cagminî’nin (Çayminî adıyla meşhurdur), El-Mülahhas isimli eseri ile şerhleri ve Ali Kuşçu’nun Arapça Risâle-i Fethiyesi okutulurdu. Ayrıca Kadızâde-i Rûmî’nin o devrin meşhur fen kitaplarına yazdığı şerhler okutulurdu. Kadızâde-i Rûmî, Hocası Gıyâsüddin’in eserine şerh olarak yazdığı Risâle fi İstihraci’l-Ceyb Derece Vahide isimli kitabında, bir derecelik yay sinüsünün hesabını yapmıştır. Osmanlı medreselerinde bu fen derslerinin yanında ayrıca coğrafya, târih ve İlm-i Hikmet de okutulurdu. Osmanlılarda tıbba dair ilk eser 1390’da İshak bin Murat tarafından Edviye-i Müfrede adıyla Türkçe yazılmıştır. Bundan sonra 1397’de Ahmed-i Dâî’nin Kitab-ı Tıb eseri ile aynı tarihlerde Ahmedî’nin Müntehabât-ı Şifâ isimli eseri, Sinoplu Mü’min bin Mukbil’in Kitab-ı Tıbb’ı, Dâvûd-i Antakî’nin Tezkire-i Antâkî’si ve Emir Çelebi’nin Enmûzecet-üt-Tıb isimli eseri yazılmıştır. Bu eserler, Osmanlı medreselerinde okutulmuş, ayrıca tercüme eserlerden de istifâde edilmiştir.
Medreselerdeki eğitim tarzı: Medreseler, umumiyetle, bir dershane ve etrafında yeteri kadar talebe odalarından meydana gelirdi. Yaptıranın isteği ve mâlî gücüne göre, bunların dışında imâret, kütüphâne, hamam vs. ilâve edilirdi. Her medresenin bir vakfiyesi bulunurdu ve bu kurum tarafından yazdırılırdı. Vakfiyede medresenin çalışma şekli ile vazifelilerin yevmiyeleri ve medresenin masrafını karşılamak için yapılar vakıflar gösterilirdi.
Medreselerde, bütün talebenin ortak ders yapabileceği umumî ve büyük bir dersâne onun etrâfında dizili olarak her talebe için ayrı bir oda vardı. Müderrisler, umûmî mevzuları ortadaki büyük dersânede işler, daha sonra, her talebe kendi hücresine çekilir ve müderrisi ile başbaşa kendi sahasında çalışırdı. Medresede ders veren öğretim görevlisine “müderris” denirdi. Müderrisler, imtihânla seçilirdi. Müderrisin derslerini tekrarlayıp îzah eden müderris yardımcılarına “müzâkereci” veya “muid” denirdi. Medresede ders gören talebelere de tahsillerine göre değişik olarak, “dânişmend”, “fakîh”, “mülâzım”, “suhte” ve “talebe” denirdi. Medreseden imtihanla mezun olan her talebeye verilen diplomaya “icâzetnâme” denirdi. İcazetnâmede, medresede okunan derslerin ve müderrislerin adları yazılırdı. Henüz muîdliğe (müderris yardımcılığına) kadar çıkamamış talebenin de bir hocanın dersini bitirdikten sonra, diğer bir hocaya devam edebilmesi için mutlaka elinde “temessük” yâni o dersi başarı ile bitirdiğine dair bir belgenin bulunması şarttı.
Medreselerde tatbik edilen eğitim ve öğretim prensipleri: İçinde bulundukları zaman ve mekân bakımından değerlendirildiğinde medreselerin Osmanlı Devletinin yükseliş devrinde dünyânın en mükemmel tâlim ve terbiye müesseseleri olduğu görülür. Yine aynı devirde Osmanlı Devleti her bakımdan dünyânın en büyük ve en mükemmel devletidir. O devirde Osmanlı Devletine bu mükemmelliği kazandıran unsur, hiç şüphesiz medreselerdir. Bunun da sebebi; medreselerin, bir mânâ ve madde bütünlüğü içinde idrâk ettiği insana, din ve dünyâ ilimlerini, hassas bir denge içinde kazandırmasıdır.
İnsanı dünyâperest olmadan dünyânın fâtihi ve sâhibi yapmak için, Osmanlı Devletinin temel taşı olan din ve devlet adamlarını en mükemmel şekilde yetiştirmeyi sağlayan medreselerdi. Medreseler, bütün dünyâya örnek teşkil eden din ve devlet adamlarını yetiştirirken, şimdi, modern pedagojinin kabul ettiği, Dalton Plânı ve Vinetka Sistemi adıyla uygulamaya koyduğu ferdî kabiliyete göre ferdî öğretim yapmayı hedef alan plân ve programları benimseyen bir metod geliştirmiş, bütün medreselerde bu metod tatbik edilmiştir. Bu metoda göre medreseler, bugün modern pedagojinin de tavsiye ettiği bir tarzda sınıf geçme yerine dersten geçme yolunu seçmiş, mezuniyeti yıllara değil, kâbiliyet ve çalışkanlığa bağlamıştı. Bu bakımdan medreselerde okuma süresi hoca ve talebenin gayretine bağlı olarak uzayıp kısalırdı.
Zeki ve çalışkan bir öğrenci tahsilini çabuk tamamlayıp kısa zamanda mezun olabilirdi. Ancak devlet memuru olabilmesi için belli bir yaş aranırdı. Medreselerde umûmî derslerin yapıldığı sınıflarda talebe sayısı yirmiyi geçmezdi. Bu durum, derslerin sık sık tekrarlarla ve karşılıklı soru sorulup cevap verilme imkânını sağlar ve en iyi şekilde öğrenmeye imkân hazırlardı. Bu husus günümüzde de çok önemli kabul edilir. Bugün Amerikan okullarında talebe sayısı yirmiyi geçmez. Medreselerde, günde beş saat, haftada dört gün ders yapılırdı. Dersler sabah namazından sonra başlar, öğleye kadar devam ederdi. Öğleden sonra talebe serbest bırakılırdı. Haftanın Salı, Perşembe ve Cuma günleri tatil yapılırdı. Fâtih Kanunnâmesi’ne göre, medreselerin denetimi mahallî müftülüklere bırakılmıştı. Bu durum, eğitim ve öğretim faaliyetlerinin mahallî ihtiyaç ve şartlara göre organize edilmesine faydalı olmakta, halkın eğitim ve öğretim faâliyetlerine ilgi duymasına, medreselere mâlî katkılarda bulunmalarına yardım etmekteydi.
Medreseler bundan asırlar önce, eğitim ve öğretimi, bir sınıf ve zümre imtiyâzı olmaktan çıkarmak ve toplumda sosyal adâleti, fertler arasında fırsat ve imkân eşitliğini sağlamak için, parasız tedrîsât yaparlardı. Talebenin ve öğretim elemanlarının masraflarını zenginler ve çok defâ bu maksatla kurulmuş vakıflar karşılardı. Böylece eğitim ve öğretimin finansmanı işinde devletin yükü, mümkün mertebe hafif tutulurdu.
Medreseler, sâdece din ve dünyâ ilimlerini öğretmekle kalmamış, ruh ve beden terbiyesini birlikte yürütmüşlerdir. Bu sebeple medreselerde yüzme, güreş, koşu, ok atma, cirit oyunu, ata binme gibi sporlara da yer verilmiştir. Bunlardan başka yine; hüsn-i hat, tezyinât, hitâbet ve kitabet olmak üzere çeşitli bediî (estetik) faaliyetlere medreselerde mühim yer verilmiştir. Bizim kültür ve medeniyet târihimizde şerefli birer yer tutan hattatlar, nakkaşlar, mimarlar, hatipler vs. hep medreselerden yetişmişlerdir.
Medreseler, devlet eliyle kurulduğu gibi, şahıslar tarafından da kurulabilirdi. Bu bakımdan memleketimizde padişahların, sadrazamların, vezirlerin ve diğer devlet adamlarının yanında, ilim adamlarının zengin ve orta halli Müslümanların da kurduğu pekçok medrese vardı. Bu durum, günümüz devlet okulları ile özel okulların kuruluş şekline model olmuştur.
Medreselerde yüksek zekâ ve kâbiliyete ehemmiyet verilirdi. Bilhassa, Osmanlılar zamânında, devlet hizmetleri için kurulan “Enderun-i Hümâyûn” müessesesi, bu konuda tipik bir örnektir. Enderun-i Hümâyûn’a önceleri devşirme çocukları alınırken, daha sonra İstanbul ve Anadolu’dan Müslüman çocukları da alındı. Buraya alınan çocuklar ister devşirme, ister Müslüman çocukları olsun, hepsi çeşitli tetkik ve müşâhadelerden geçirilerek seçilirdi. Bu çocuklar, Enderun’a sekiz ilâ on beş yaşlarında alınır, seçkin hocalar elinde ders görürlerdi. Bunlara önce sağlam bir İslâm terbiyesi verilir. Sonra başta Türkçe olmak üzere Arapça ve Farsça ile çeşitli spor, sanat ve askerlik bilgileri öğretilirdi. Tahsil süreleri yedi-sekiz yıl sürerdi. Osmanlılarda ilk Enderun Mektebi, Murâd-ı Hüdâvendigâr tarafından Edirne’de açtırılmıştı. Daha sonra Fâtih zamanında Fâtih Kânunnâmesi ile Enderun Mektepleri tam bir teşkilâta kavuşturuldu. Bilhassa ilk kuruluş ve Osmanlı Devletinin yükselme devrinde bu mektepler önemli vazife gördüler ve Osmanlı devlet idâresine altmış Sadrazam, üç Şeyhülislam, yirmi beş Kaptan Paşa yetiştirdiler. Bu okullarda ders olarak; tefsir, hadis, fıkıh (Hanefî fıkhı), ferâiz, şiir ve inşâ, astronomi, geometri, hesap, coğrafya, ilm-i kelâm, mantık, meânî, bediî ve beyân ile hikmet dersleri okutulurdu.
Yirminci asrın tanınmış psikologlarından Amerikalı Terman test konusundaki araştırmalarında, Enderun Mektebine alınan talebelerle ilgili olarak, “Zekâ ölçmek, test usulünü kullanmak, dünyâda ilk defa Osmanlılarda, Enderuna seçilen talebelerde uygulanmıştır” demektedir.
Osmanlı medreselerinin son zamanları ve kaldırılmaları: İslâm âleminde, medreselerde okutulan yüksek din ve fen bilgileri sâyesinde Müslümanlar, ilim ve medeniyette çok ileri gitmişlerdir. Avrupalılar ise aksine, ilim ve medeniyette geri kalmışlardı. Bilhassa Osmanlılar zamanında ordularımız, Viyana kapılarına dayanmıştı. Bu durum karşısında Avrupa, Müslümanlar tarafından fethedilme endişesine kapılmıştı. Avrupa’nın Müslümanlarca fethedilmesi onlara göre, Hıristiyanlığın yok edilmesi demekti. Bu endişe sebebiyledir ki, Avrupalılar (Hıristiyan âlemi), başta papalık olmak üzere hepsi, aralarında gizlice anlaşarak, Osmanlı Devletini her ne pahasına olursa olsun mutlaka yıkma kararı almışlardı. Bu karar sonrası Avrupalılar, Osmanlı Devletine karşı yıllar boyu süren harpler açmışlar, onu yıkmağa uğraşmışlardır. Fakat Osmanlı Devleti, başlangıçta sağlam temeller üzerine kurulduğu ve medreseler vasıtasıyla din ve fen âlimleri yetiştirdiği, medreselerin bir kolu olan Enderun mektepleriyle de, sağlam karakterli devlet adamı, disiplinli kumandan ve vatansever askerî erkân yetiştirmede Avrupalılardan çok üstün olduğu için harplerle yıpranmış olsa bile, yıkılmıyordu. Avrupalılar, Osmanlı Devleti yıkılmadığı müddetçe, kendilerini tehdit altında kalmağa mahkum hissediyorlardı. Tehlikeyi bertaraf etmek için Avrupalılar, senelerce uğraştıkları halde harp gücü ile yıkamadıkları Osmanlı Devletini fesat ve hile ile yıkabileceklerini anladılar.
Birgün İstanbul’da bulunan İngiliz elçisi, gece yarısı İngiltere’ye gizli bir şifre çekti. Elçi şifresinde; “Buldum, buldum Osmanlıları zaferden zafere ulaştıran sebebi vebunları durdurmanın, Osmanlı Devletini yıkmanın çaresini buldum!” diyor ve bulduğu çareleri şöyle anlatıyordu: “Osmanlılar harpte aldıkları esirlere hiç kötülük yapmıyor, onlara kardeş gibi davranıyorlar. Hangi milletten hangi dinden olursa olsun küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar. Keskin zekâlı çocuklar seçilerek, saraydaki (Enderun) denilen mekteplerde, değerli öğretmenler tarafından okutuluyor. İslâm bilgileri, İslâm ahlâkı, fen, kültür dersleri verilerek, kuvvetli, başarılı bir Müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Osmanlı ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar, Sokullular ve Köprülüler gibi seçkin siyaset ve idare adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardı. Osmanlı akınlarını durdurmak ve böylece Osmanlı Devletini yıkmak için, onların açtığı bu Enderun mekteplerini ve bunların kolları olan medreseleri yıkmak, Osmanlıları fende ve diğer ilimlerde geri bırakmak lâzımdır.”
İngiliz elçisinin müjde olarak gizlice bildirdiği bu görüş ve planları, Tanzimata yakın Osmanlıların Avrupa’ya tahsil maksadıyla göndermiş oldukları bâzı kimselerin orada okurken kendi şahsiyetlerini ve millî hislerini unutacak kadar Avrupa kültürü tesiri altında kalmaları ve daha sonraki yıllarda Avrupa devletlerinin himaye ve baskısı ile Osmanlı Devletinin kilit noktalarına yerleştirilmeleriyle gerçekleşme imkânı bulmuştur. Jöntürk adı verilen bu kimseler, bulundukları makamlarından istifade ederek, Avrupa devletlerinin de kendilerini desteklemesiyle medreselerden, önce, fen bilgilerini, bunun arkasından da yüksek din bilgilerini kaldırttılar (Bkz. Jön Türkler). Bu durum, medreselerin fonksiyonunu kaybetmesine sebep oldu, aynı zamanda Osmanlıların ilim ve fende Avrupa’dan geri kalmasına ve Osmanlı Devletinin yıkılmasına zemin hazırladı. Medreseler 3 Mart 1924 târihli Tevhid-i Tedrisat (Eğitimde eşitlik) kânunuyla tamâmen kaldırıldı.
| |
| | | | Türk ve Osmanlı Kurumları...A dan Z ye. | |
|
Similar topics | |
|
Similar topics | |
| |
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |